Guilherme José: Ezra Pound devletlerin bankerlerin çıkarlarına boyun eğmesini haklı bir biçimde kınar

Ezra Pound, hem sanatıyla hem de düşünsel mirasıyla yaşadığımız yüzyılın en büyük ve en tartışmalı isimlerinden biri olarak öne çıkıyor. Özellikle Batı dünyasında pek benzeri olmayan bir cesaretle ortaya koyduğu faiz karşıtı fikirleri, onu yalnızca bir şair değil, aynı zamanda derinlikli bir medeniyet eleştirmeni hâline getiriyor. Bu bağlamda biz de Ezra Pound’un faiz meselesine yaklaşımını, bu alandaki entelektüel mirasını ve modern dünyadaki yankılarını Guilherme José ile konuştuk. Metapolitika ve ideolojik kuramlar üzerine araştırmalar yürüten José, hâlihazırda Martin Heidegger’in eskatolojisi üzerine çalışıyor.

Ezra Pound, yaşadığı yüzyılda hem edebiyat alanında getirdiği yenilikler hem de entelektüel ve siyasi söylemleriyle tartışmalı ve çarpıcı bir figürdür. Onu çağdaşlarından ayrıştıran ve eşsiz kılan yön tam olarak nedir? Pound’un şiir ve politik-ekonomik düşünceleri arasındaki bağlantı, bugün onun özgünlüğünü nasıl belirgin kılmaktadır?

Ezra Pound’un çağdaşlarını tanımlamak kolay değildir; çünkü onun zamanını belirlemek zordur. Elbette biyografik açıdan bu mümkündür, ancak şairin özellikleri göz önünde bulundurulduğunda onu kronolojik bir zamana hapsetmek yakışıksız olur. Ben Pound’un zamanının tüm klasiklerin zamanı olduğunu iddia ederim; çünkü dahilik, sıradan zamanı aşmak ve büyük zihinlerin alanına katılmakla tanımlanır. Bu nedenle, onun çağdaşlarının Ovidius, Dante Alighieri ve William Blake olduğunu söyleyebilirim.

Bu belirlemeyle yanıtıma başlıyorum ve onu benzersiz kılanın, hayranlık duyduğu tüm klasiklerin izinden gidebilme yetisi olduğunu, ancak içinde bulunduğu döneme asla teslim olmamış olmasıyla açıklıyorum. Bu dönem, gelenekleri inkâr eden, kısa sürede kültürel ve nihilist bir boşluğa dönüşen post-Viktoryen bir çağdır. Tristan Tzara önderliğindeki ilk Dadaist hareketler de bu dönemde gelişmiş, irrasyonalizm ve absürdizme körü körüne yüceltilmiştir. Pound, tüm bu moderniteye — ki onun gözünde yalnızca görecilik ve anarşizmi ifade ediyordu — oldukça eleştirel yaklaşmıştır. Bu bağlamda, onun karşıt duruşundan doğan bir tür saygısızlıktan (veya başkaldırıdan) söz edebiliriz.

Gerçekten de onun şiiriyle “ekonomik eleştiri” olarak adlandırılabilecek şey arasında bir paralellik kurmak mümkündür. En doğru ifade, Pound’un merkantilist mantığa karşı durduğudur; çünkü bu mantık öznelikleri etkilemeye, insan ilişkilerini faydacı bir tarzda şekillendirmeye başlamıştır. Bu durum, 1910 tarihli “A Girl” şiirinde ve çokça övülen “Canto XLV – Usura İlâhisi”nde açıkça görülmektedir.

Bugün, dizginsiz kapitalizmin zirvesindeyiz; kapitalizm, kollarını her yere uzatan dev bir ahtapot gibi hayatlarımızı kontrol altına almıştır. Bu nedenle, Pound’u okumak ve onun eserini bugüne taşımak son derece önemlidir.

Ezra Pound denilince akla doğrudan onun “faiz karşıtı” söylemi ve bu alandaki mücadelesi gelir. Pound’un kavramsallaştırdığı “usurokrasi  neyi ifade etmektedir? Pound faizi sadece ekonomik değil, kültürel, politik ve medeniyet krizinin bir unsuru olarak nasıl ele almıştır? Ayrıca, Pound’un bu yaklaşımı nedeniyle yaşadığı trajik sonuçlar bize onun faizi ele alışının haklılığı ya da yanlışlığı üzerine ne gibi etik, felsefi ve politik sorular sordurmaktadır?

Usurokrasi, yani faiz düzeni, paradan faiz alma pratiğinin—özellikle bileşik faiz yoluyla—toplumsal yapıyı kontrol altına aldığı bir yönetim biçimidir. Bu faiz uygulaması, bankaların mali aracılık rolünü ön plana çıkararak klasik anlamda faizi tanımlar. Ancak Ezra Pound’un anlayışı bu dar ekonomik tanımın ötesine geçer.

Pound’un tarif ettiği usurokrasi bağlamında, devletler kaçınılmaz olarak özel yatırımcılardan ve bankacılık kurumlarından borç almak zorunda kalır. Bu, günümüzde de geçerliliğini koruyan bir olgudur. Zaman içinde biriken faiz yüküyle birlikte, devletler finansal sistemin esiri hâline gelir ve ekonomik egemenliklerini yitirirler. Pound’un esas eleştirisi de buradadır—devletlerin bankerlerin çıkarlarına boyun eğmesini haklı bir biçimde kınar.

Bankaların ve finans elitinin hegemonyasını kıracak ekonomik bir alternatif tasavvur etme çabasında olan Pound, üretim, tarım, ticaret ve sanata yönelmesi gereken kaynakların sistematik biçimde başka alanlara kaydırılmasından özellikle rahatsızdı. Bu noktada, Pound’un ilham aldığı isimlerden biri Silvio Gesell’di. Gesell, paranın dolaşımına dayalı ve finansal spekülasyonu ortadan kaldırmayı amaçlayan alternatif bir para sistemi savunmuştu. Gesell’in etkisi, Pound’un 1939 tarihli “What is Money For?” (Para Ne İçindir?) başlıklı makalesinde açıkça görülür. Ancak Pound, daha önce, 1935 tarihli “Jefferson and/or Mussolini” adlı eserinde de faşist ekonomik politikalara sempati duyduğunu ifade etmişti. Pound’a göre bu politikalar, faizin tahakkümüne karşı bir çözüm olabilirdi.

Şüphesiz, Pound bir ekonomist değildi ve bazı teorik önerilerinde oryantalist yaklaşımlar, ezoterik kavramlar ve radikal bir dil iç içe geçmişti. Yine de Pound’un, faizin sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürü ve sosyal ilişkileri tahrip eden yoğun bir yozlaştırıcı güç olduğunu öngörmesi vizyoner bir tutumdur.

Faiz mantığı, faydacı bir karakter taşır ve sinsi bir şekilde yeni bir medeniyet modeli dayatır. Bu modelde her şey, salt finansal ve matematiksel hesaplamaya indirgenir; sanat, ahlak ve toplumsal yapı gibi duyarlı alanlar yozlaşır. Özünde, her şey, Guénon’un ifadesiyle “Niceliğin Egemenliği”ne hapsolur.

Tahmin edileceği üzere, bu faize dayalı düşünce sistemi kısa sürede antisemitik düşünceyle ilişkilendirilmiştir. Ancak Pound, bu konuda pek de çekinmemiş; 1941-1943 yılları arasında yaptığı radyo yayınlarında Rothschildler ve Warburglar gibi figürlere sert saldırılarda bulunmuştur. Pound’a göre burada açık bir “Yahudi-finans komplosu” söz konusuydu; çünkü bu kişiler bankacılıkla doğrudan ilişkilendirilmekteydi. Akademisyenler ve eleştirmenler tarafından Pound’a yöneltilen etik eleştiriler de tam olarak bu antisemitizm temelindedir ve bu tartışmalar bugün hâlâ devam etmektedir.

Günümüzde Ezra Pound’un faiz meselesine dair görüşlerinin yeterince gündeme getirilmiyor, hatta bilinçli olarak göz ardı ediliyor. Bugünün dünyasında, faiz ve tefecilik üzerine Poundvari bir eleştirel duruşu sahiplenen, gündemine alan ve geliştiren kişiler, akımlar veya düşünce ekolleri mevcut mudur? Hem Pound hem de faiz meselesiyle ilgili bu sessizliğin sebebi nedir?

Bildiğim kadarıyla Pound’un ekonomik fikirlerini tam anlamıyla izleyen herhangi bir hareket yok, çünkü daha önce de belirtildiği gibi, kendisi kesinlikle bir ekonomist değildi. Ancak, Pound’un faiz (usury) ve merkantilist mantığa yönelik eleştirisi çerçevesinde, bu bakış açısıyla özdeşleşen ve onu paylaşan bazı gruplar gerçekten de mevcut. Bu grupların ortak noktası, sağ-sol siyasi dikotomisini reddetmeleridir. Bu bağlamda öne çıkan örnekler arasında İtalya’daki CasaPound hareketi, Brezilya’daki Nova Resistência ve Portekiz’de 2024 yılına kadar kurucularından ve başkan yardımcısı olduğum Hostil adlı grup yer alır. Bu üç oluşum, adı geçen temalara ilgi duyan herkesin dikkatini hak etmektedir.

Bu konudaki sessizliğin – ki inkâr edilemez biçimde mevcuttur – temel nedeni, parlamenter sağın kapitalizm karşıtı olmamasıdır. Aksine, neoliberalizmin en büyük taşıyıcılarından biridir ve bu da büyük ölçüde faizi (usury) teşvik etmektedir. Bu olgu doğrudan doğruya 1980’lerdeki İngiliz “Thatcherizm”inden kaynaklanmaktadır ve bu yaklaşım, Avrupa’daki muhafazakâr ve liberal partileri özellikle ekonomik anlamda etkileyerek, devletin ekonomideki rolünü azaltacak şekilde deregülasyon ve kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesi gibi uygulamalara yönlendirmiştir. Bu sebeple, parlamenter sağ, hatta sözde muhafazakârlar dahi, bütünüyle Whig-liberalizmi içinde yer almaktadır. Pound’un fikirlerini bu seçmen kitlesine sunacak olsanız, sizi çok kısa sürede aşırı solcu olarak yaftalayacaklardır.

Öte yandan, sol ise tamamen burjuvalaşmış, bu mantığa boyun eğmiş ve onu teşvik etmede aynı derecede suç ortağı hâline gelmiştir; dolayısıyla sağlam bir kapitalizm karşıtlığı ortaya koyma kapasitesini yitirmiştir. Bu durumda, Pound’un teorilerinden herhangi birini gündeme getirmek mümkün değildir, çünkü derhal bir faşist ya da aşırı sağcı damgası yersiniz.

Mevcut tablo budur ve bu durum, böylesi bir yaklaşım etrafındaki sessizliği hiç şüphesiz açıklamaktadır. Sonuç olarak, faiz egemenliğinde (usurokrasi) yaşamaya devam ediyoruz.

Teknik (Gestell) kavramı doğrultusunda modern çağın varlığı bir “kaynak” gibi kontrol etmeye odaklanan zihniyetini eleştiren Heideggerci bakış açısıyla, faiz olgusunu bu zihniyetin finans ve ekonomi alanındaki bir uzantısı olarak görmek ne ölçüde mümkündür? Bu yorum, faizin insanı, doğayı ve varlığı araçsallaştırarak “varlığın unutuluşu” (Seinsvergessenheit) sorununu nasıl derinleştirdiğini açıklayabilir mi? Ayrıca, Heidegger’in eleştirisi bağlamında, faiz sisteminin yarattığı bu indirgemeci ve sömürücü yaklaşımı aşmak için ne tür varoluşsal veya toplumsal alternatif pratikler öne sürülebilir?

Bu soruların hiç şüphesiz çok iyi ve yerinde olduğunu söylemeliyim. Mesele şu ki, bunlara on sayfa tutmadan nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum; bu benim için gerçekten bir meydan okuma olacak.

Her şeyden önce, Heidegger’in modern teknik (τεχνη) eleştirisine büyük hayranlık duyduğumu belirtmeliyim; bu konuda akademik bir makale de geliştirdim. Gelin, tüm bunları doğa fikrinin nasıl bozulduğuna dair bir perspektiften ele almaya çalışalım. Bugün elimizdeki model, doğaya tamamen faydacı kalıplar içinde yaklaşan bir anlayıştır. Ve evet, faiz (usury) mantığının tamamı bu yaklaşımın teşvikiyle örtüşmektedir.

Özünde, doğa ile yapaylık, yani physis (φύσις) ile techne (τέχνη) arasındaki ayrım ortadan kalktığında, bu sorun daha da belirginleşmektedir. Başlangıçta bu ayrım açıktı ve Aristoteles’in özellikle Metafizik (Kitap IV) adlı eserinde, tekniği pratik bir bilgi biçimi olarak tanımladığı bölümde bunu net biçimde görebiliriz. Bu çerçeve, Rönesans dönemiyle ve bilimsel keşiflerle birlikte, hatta doğayı bizi şartlandıran bir dizi güç olarak gören büyü ile birlikte değişmeye başlar. O andan itibaren, bu koşulları aşmak ve doğayı “kendini açmaya” zorlamak için teknik yapaylıklar inşa edilmeye başlanmıştır.

Ancak trajik olay modernlikle birlikte, Francis Bacon ve onun Novum Organum adlı eseriyle gerçekleşir. Bu eser, başta doğalla yapay arasında bir ayrım yapmaz; çünkü ona göre yapay olan, doğal unsurlardan meydana gelmiştir. Bu durumda yapaylık bir şiddet biçimi olarak değil, insan logosu (λόγος) aracılığıyla doğanın bir uzantısı, bir evrimi olarak görülür.

Yine Bacon’da, doğa yalnızca mekanik bir çerçevede değil, aynı zamanda “instauratio” için ideal bir sahne olarak ele alınır; yani yeryüzünde bir cennet inşası için uygun bir zemin. Esasen, düşüşten (The Fall) önceki hâle geri dönülebilmesi için gereken koşulları engelleyen unsur doğanın kendisidir. Dolayısıyla, insanın yaşam koşullarını iyileştirme adına yapılan her türlü şiddet ve kaynak sömürüsü, bu “cennet”i yeniden yaratma amacıyla meşrulaştırılmıştır.

Bunların hepsi çok derinlemesine ele alınabilir, özellikle de bu sürece Descartes’ın Yöntem Üzerine Konuşma (Discours de la Méthode) adlı eseriyle birlikte baktığımızda. Bu eserle birlikte doğa yalnızca bir “res extensa”, yani genişleyen madde olarak görülmeye başlanır ve bu da onun sadece sömürülecek bir nesne olarak değerlendirilmesine yol açar. Ancak ben burada doğa felsefesi üzerine bir konferans vermek istemiyorum ve konudan uzaklaştığımı hissediyorum. Belki tüm bunları daha sonra daha ayrıntılı konuşuruz.

Son olarak, Heidegger’in önerdiği şeyi meşrulaştırmak için onun physis (φύσις) anlayışının, daha önce kısaca özetlediğim Batı metafizik geleneğinden oldukça farklı olduğunu anlamak gerekir. Günümüzde insanlığın doğayla kurduğu ilişki, artık bir tür “kışkırtma” (Herausforderung) ilişkisidir. Çünkü modern teknik tarafından doğaya ait her şey, biriktirilebilir enerji rezervi olarak görülmekte ve sonrasında sermayeye dönüştürülmektedir. Örneğin, bir nehir artık yalnızca içinde serinlediğimiz ya da yiyecek aradığımız bir su kaynağı değildir; şimdi o bir enerji kaynağıdır, başka amaçlar için biriktirilmiş elektrik üretim aracıdır. Bu olgular, modern ekonomik yaşamla ve onun zaten faiz (usury) ve teknik tarafından ağır şekilde şekillendirilmiş doğasıyla doğrudan bağlantılıdır.

Şunu da çok dürüstçe söyleyeyim: Heidegger’de buna dair insani bir çözüm önerisi gerçekten yoktur. Bu durum Kara Defterlerinde (Schwarze Hefte) açıkça ortaya çıkar. Bu, Varlık’ın (Sein) arınmasıyla ilgilidir ve bu da var olanların (Seienden) yok edilmesini gerektirir. Bu fikir büyük ölçüde Stoacılardaki ve Herakleitos’taki ἐκπύρωσις (ekpýrosis) anlayışıyla örtüşmektedir. Kozmik ateşin her şeyi yakıp yeniden yaratması, Heidegger’in düşüncesinde tekniğin tamamlanmasıyla gerçekleşecek olan ve insanlığın yok oluşuna götürecek olan bir süreç olarak görünür. Gerçekten çok karmaşık bir konu bu — Heideggerci bir eskatolojiye dokunuyor.

Leave A Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir