Türkiye’ye çok yoğun muhabbetiniz var. Birkaç kere geldiğinizi ve Türkiye’yi çok sevdiğinizi biliyorum. Özellikle İstanbul ve Türkiye’ye dair anılarınızı, gözlemlerinizi dinlemek isteriz. Hatta 1996 yılında Şeyh Abdulkadir’le İstanbul’daki anılarınızı da paylaşırsanız memnuniyet duyarız. Hikâyenizi bizimle paylaşır mısınız? Özellikle Müslüman olma hikâyenizi. İtalya’dan başlayan yolculuk şu anda nasıl Cape Town’a geldi?
Öncelikle beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Hikâyeme gelince, 1971’de Parma’da Katolik bir ailede doğdum.
İslam’la ilk karşılaşmam büyük bir İtalyan entelektüel Prof. Claudio Umar Amin Mutti ile tanıştığımda oldu. Onunla ilk tanıştığımda kalbimin benimle konuştuğunu hatırlıyorum; bir şekilde, aradığım şeyin onda olduğunu anladım.
Onun vesilesiyle Müslüman oldum ve 20 yaşında Şazelî–Darkavi müridi oldum. Ardından beni, o zamanlar Batı’da İslam davasına büyük hizmetler yapan Şeyh Abdulkadir es-Sufi’nin maneviyat yaklaşımıyla tanıştırdı.
Eğitimimi Parma Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra, dünyanın birçok yerinde, Arnavutluk’tan Bosna’ya, Malezya’ya, İskoçya’ya, Fas’a, Türkiye’ye, İspanya’ya ve daha sonra 2005’ten beri yaşadığım Güney Afrika’ya kadar birçok ülkede farklı projede yer aldım.
Abdulkadir es-Sufi’yle yıllarca beraberdiniz. 1990 ile 2000 yılları arası eserleriyle Türkiye’de çok popülerdi. Kendisi çok sıra dışı ve özel bir sufi. Bununla beraber hakkında bir sürü komplo teorisi var. Bir de sizden Şeyh Abdulkadir’i dinlemek isteriz.
Şeyh Abdulkadir harika bir mürşit ve âlimdir; onu sıra dışı bir şeyh olarak tanımlamam. Silsilesiyle ilgili bir şüphe yoktur ve Şazelî-Darkavi tarikatı yolundandır.
Şeyh Mahmud Efendi 1995 yılında onunla tanıştığında, derhâl kırk müridini Fatih’teki dergâhında misafirliğe davet etti ve ben de onlardan biriydim.
Büyük Nakşibendî mürşidiyle iki hafta boyunca beraber ibadet ettik ve yemek yedik. O sırada Şeyh Abdulkadir, tam destek verdiği Dr. Erbakan’ın davetiyle İstanbul’u ziyaret etmişti.
Türkiye’de olup bitenler olağanüstüydü. Şehrin bütün büyük şeyhleriyle tanıştık; görüştüklerimiz arasında dikkatimi çeken kişilerden biri Şeyh Mahmud Esad Coşan’dı.
En unutulmaz olay, şeyhin halifelik konusunu son derece kalabalık bir salonda ele aldığı halka açık toplantıydı.
Toplantıdaki bir diğer konuşmacı Fransız Müslüman filozof Roger Garaudy idi. Şeyh Abdulkadir’in benzersiz tarafı, Batı geleneği konusundaki derin bilgisi ve çağdaş politik durum ve finansın rolü hakkındaki bilgisidir.
Onunla tanıştığım ilk zamanlardan birini hatırlıyorum, bana Luigi Pirandello’nun Maschere Nude’sinin (Çıplak Maskeler) nefs üzerine bir risale gibi olduğunu söylemişti.Fikirleri “olağan dışı” görünebilir çünkü takipçileri çoğunlukla her meşru manevi yolu bir tür “zararsız maneviyata” indirgeme eğilimi çok güçlü olduğu Batı’dandır. Bu yüzden fikirleri bir anlamda sert ve sıra dışı görünüyor.
Batı’da tasavvufun şeriattan sıklıkla ayrı görüldüğü bir zamanda şeriat, tarikat ve hakikatin önemini her zaman vurguladı.
Bize İslam’ın Medine modeline dayandığını öğretti, bu nedenle mükemmel cemiyet başlangıçtan beri fikirlerinin merkezinde yer almıştır. Aslında, siyasete karıştığı için çoğunlukla eleştirildi.
Aynı zamanda, dünyanın dört bir yanında binlerce insanı İslam’ı benimsemeye sevk eden din ve tasavvuf üzerine çok önemli klasik eserlerin çevirisinin yapılmasına önayak oldu. Birçok eserin yanı sıra, özellikle İmam Malik’in el Muvatta’sı ve Kadı İyaz’ın eş-Şifa çevirilerini belirtmek isterim.
Komplo teorilerine gelince, Şeyh Abdulkadir şöyle der: “Biz fıstıkları maymunlara atarız…” Söyleyebileceğim, onunla ilk tanıştığımda, masonlukla olan bağı nedeniyle, René Guénon’un (Abdülvahid Yahya) fikirlerini göz ardı etmemi istemişti. 1996 yılında İstanbul’u ziyaret ettiğimizde Fatih’deki Halvetî-Cerrahî dergâhında toplandık.
Zikirden sonra Şeyh Abdulkadir’in sohbetinde esas mesele, Sultan Abdülhamid Han’a karşı kurulan komplolarda Masonluk ve Emmanuel Karasu’nun rolüydü.
O sırada “Halifeliğin Dönüşü” başlıklı çok anlamlı bir yazı yayımladı ve son büyük Sultan’ın tahttan indirilmesine neden olan gerçek sebepleri açıkladı.
Antik Roma üzerine çalışmış bir tarihçi akademisyensiniz. Abdulkadir es-Sufi’nin Ian Dallas adıyla yayımladığı son yıllarda yazdığı The Entire City ve The Engines of the Broken World’de sürekli Antik Roma’dan yola çıkarak bugünü anlamak ve bugünü açıklamak belki Avrupa ve Amerika için birçok açıdan uygun olabilir ama bizim gibi yüzyıllardır Müslüman topraklarda yaşayanlar için Antik Roma neden önemli?
Roma’yı anlamak, modern politik sistemin temellerini anlamak demektir. Roma Cumhuriyeti, modern devlet ve anayasaların şekillenmesinde model olmuştur. Böyle bir “gestalt” (biçim), Doğu’dan Batı’ya hemen her modern siyasal yapı içerisinde görülebilir.
Ian Dallas’ın kitabına ilham veren Marx Ernst’ün The Entire City resmi
Ayrıca,Niccolò Machiavelli’nin öğrettiği gibi, Roma tarihinin çalışılması, İbn Haldun’un Mukaddime’sinde de tanımlandığı gibi, tarih döngüsünün bir paradigmasını oluşturur. Bu nedenlerden dolayı,geçmişte dünyanın politik elitleri Latince ve Roma tarihini merkeze alan bir eğitim alırdı.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra yaptığı konuşmada, Roma İmparatoru (Kayser-i Rum) unvanını almış ve Roma tarihi hakkında derin bilgiler vermiştir. Nihayetinde, insan eylemleri kendini tekrar eder, bu nedenle “Nihil novi sub sole” (güneşin altında yeni bir şey yok) ifadesi, klasik çalışmaların yaşadığımız çağda bize bakan tarafını anlamada önemli olmasının nedenlerini özetleyebilir.Müslüman olarak, Allah’ın dinini yaymak ve kardeşlerimizi korumak için dünyanın durumunu anlayabilmek sorumluluğumuzdur. Roma tarihini inceleyerek arcana imperii’yi (devletin işleyiş sırrı) anlayabilir ve böylece Batı medyası propagandasının kurduğu bütün tuzaklardan kaçınarak etkili davranabiliriz.
Çok hızla değişen bir dünyadayız. Artık dünya sistemini ve siyaseti etkileyen yapay zekâdan tutun da sosyal medyaya kadar birçok teknolojik değişim var. Şu anda dünyanın fotoğrafına baktığınızda olup bitenlerin arkasında göremediğimiz, Müslümanlar olarak teşhis edemediğimiz ve çözemediğimiz ne var?
Ernst Jünger’in geçtiğimiz yüzyılda öngördüğü gibi, insanlığın küresel olarak karşı karşıya kaldığı esas risk, bir tür karınca yuvasına indirgenmek.
Son 20-30 yıldaki teknolojik ilerlemenin bir şekilde hızlanması, hem bireysel hem de sosyal düzeyde kontrol seviyesini artırdı. Çağdaş eğitimin temel prensibi verimliliktir. Yeni nesiller hızlı cevaplar verecek şekilde eğitildi, ancak hayatın önemli sorularını soramıyorlar.
Rabbimiz, Tekvir suresi 26. ayette bize şunu hatırlatır: “Hâl böyle iken nereye gidiyorsunuz?
Bunun sonucu, durumu sorgulayamayan şuursuz köle ordularının ortaya çıkmasıdır.
Yakın zamanda çekilen Bıçak Sırtı 2049 filminde yönetmen, tamamen teknikle şekillendirilmiş ve yönetilen bir distopya toplumunu betimler.
Bireyin kişisel kimliğinin bile insanın teknik bir eseri olarak sorgulandığı bu kasvetli senaryoda, bir mucize ana karakterde uyanışa yol açar.Gayba iman, bizi en karanlık durumlarda bile insan kılan şeydir.
Dallas College’da hocalık yapıyorsunuz. Gerçekten dünya Müslümanları için eğitim alanında önemli bir örnek olan Cape Town’daki Dallas College hakkında bize biraz bilgi verir misiniz? Nasıl bir süreç sonucunda doğdu? Bugün geldiği durum nedir?
Bu soruyu cevaplamak için, 2012’de vefat eden en iyi hocalarımızdan biri olan Hacı Abdullah Luongo’nun sözlerini ödünç almama izin verin:
“2004’te Cape Town Güney Afrika’da küçük bir özel üniversite kuruldu. İstidat sahibi ve fıtri olarak kemalata, fark yaratmaya ve yeni bir dünya inşa etmek için sorumluluğa talip tüm milletlerden gençlerin eğitim için gelebileceği bir liderlik üniversitesiydi.
Eğitimi sadece iş bulmak için araç olarak gören geniş kitleler için değildi, kaldı ki bugünün dünyasında elinizdeki eğitimin size her zaman iş garantisi veremeyeceği açıktır.
Bu yeni üniversite, beşerî bilimler (liberal arts) eğitiminin asıl amacını tekrar canlandırmayı amaçladı: Gençleri geleceğin lideri olarak hazırlamak.
Liberal demokrasinin perdesi arkasında faaliyet gösteren kredi temelli kapitalizmin, gelişmiş ülkelerden üçüncü dünya ülkelerine kadar herkesi, toptan mahvolmanın eşiğine getirdiği bir dünya egemenliği çağında, acilen yeni bir nomos (yasa, düzen) gerekiyor ve dahası, insanları ve içinde yaşadığımız ekosistemi kurtarmak için gerekli liderliği üstlenebilecek kadın ve erkeklere ihtiyaç var.” Günümüzde baskın bilişsel model, herhangi bir etik boyuttan uzak yalnızca becerileri ve problem çözmeyi güçlendirmeyi amaçlamaktadır.
Bu model, karakter oluşumu ve yaşamın temel sorusu ile ilgilenmez. Öğrenme süreci, asgari çabayla azami fayda ilkesine göre “dosya yükleme” hâline gelmiştir. Bu süreçte kaybedilen şey bilgi ve yaşam arasındaki ilişkidir.
Performans ilkesi, öğrenme sürecini eleştirel tefekküre yeterli zaman bırakmayan bir rekabete indirgemiştir. Bu nedenle, özne, anonim içeriklerle doldurulması gereken pasif bir kap hâline dönüştü. Etik boyutun öğrenme sürecinden tamamen ayrılması, hayatın anlamı için yapılacak herhangi bir arayıştan tamamen ayrılmış bir zevk kültünü beslemiştir.
“Neden olmasın?” neoliberal sistemin propaganda organları aracılığıyla fısıldadığı sorudur. “Neden ölene kadar hayatın tadını çıkarmayalım?” Yeni yasa budur. Gerçek bilgi için gerekli bir temel olan sınırları deneyimlemek anlamını yitirmiştir. Bu soru karşısında başka bir soruyu canlı tutmak gerekiyor: “Eğitim sürecine, travmatik, ancak olumlu sınır deneyimi nasıl tekrar dâhil edilebilir?
Nietzsche şöyle uyarıyordu: “Çöl büyüyor ve vay hâline içindeki çölü gizleyene.”
Yaşadığımız dönem, 60’ların devrimci-özgürlükçü hareketi ile gerçek krizden sorumlu olan finansal kapitalizm arasındaki korkunç bir çarpışmanın çocuğu. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan okul, eğitimi dönüştürücü bir süreç olarak merkezde tutmalı ve sapkın “Neden olmasın?” yasasına karşı koymalıdır. Ne yapalım? Hangi bilgilere ihtiyacımız var?
İhtiyacımız olan şey insanın dönüşümüyle ilgili bilgidir. Bütün kültürler insan dönüşümünü biliyor; bütün gelenekler, özü insanın metamorfoz süreci olan mitlere sahiptir. Böyle bir dönüşüm farklı aşamalardan geçer ve insan tabiatında mündemiçtir. Bu gerçek modern psikoloji tarafından tanınmamaktadır.
Psikoloji, fallik öncesi (bakınız Freud), genital evrelere odaklanır. Bu larva aşaması, yani dönüşüm öncesi olarak kabul edilebilir. Eğitim anlayışı tırtıl aşamasıyla sınırlıdır ve kelebek aşamasını göz ardı eder. Gerçek bilgi, tırtıl aşamasının başka bir hayatın (kelebek) kuluçkası olduğunu söyler.
Resmî kültür, bu arayış dürtüsünü tanımıyor ve buna nasıl cevap vereceğini bilmiyor ve dolayısıyla yaşadığımız kültür tırtıl ve solucan kültürü: larva hâlinde bir kültür. Bu dönüşüme yeterince güvenmiyoruz.
Ansiklopedilerde yer almasına rağmen kültürümüzde hiçbir şey, bu hakikati tasdik etmez. Gerçek eğitim daima akıntıya karşı hareket etmekle gerçekleşir.
Okul, eleştirel düşünmenin hâlâ mümkün olduğu bir yer olmalıdır. Okul, düzene ayak uydurma, pasif adaptasyon ve eleştirel düşüncenin susturulmasını amaçlayan sosyal söylem karşısında bir direniş yeri olarak hareket etmelidir. En iyi önlem, kültür ve beşerî kültürün oluşturduğu direnç noktasıdır.Dallas Üniversitesi’ndeki çalışmamızın özü bu.
Beşerî bilimleri (liberal arts) klasik İslami eğitim ile nasıl ilişkilendirirsiniz? Arada bir fark var mı yoksa örtüşüyor mu?
Beşerî bilimler üniversitesi derken, beşerî bilimler ve doğa bilimlerinde lisans eğitimini önceleyen bir eğitim modelini kastediyoruz. Beşerî bilimler üniversiteleri, genel müfredatları ve küçüklükleri ile diğer yükseköğretim türlerinden ayrılır.
Eğitimin asla nötr bir süreç olmadığını hatırlamalıyız. Büyük pedagog Paulo Freire’den bahseden Richard Shaull şunları söyler: Nötr bir eğitim süreci diye bir şey yoktur.
Eğitim, nesillerin mevcut sistemin mantığına entegrasyonunu kolaylaştırmak ve ona uyumlarını sağlamak için kullanılan bir araç olarak işlev görür ya da kadın ve erkeklerin gerçeklikle eleştirel olarak uğraştığı ve yaşadıkları dünyanın dönüşümüne nasıl katılacağını keşfettiği bir araç olan özgürlüğün tatbiki hâline gelir.
Kurumumuzun amacı imam yetiştirmek değil, dünyaya ilişkin derin bir bilgi ve anlayışa sahip hem ulusal hem de uluslararası düzeyde liderliğe hazır Müslüman bir nesil yetiştirmektir. Eğitimin, her şeyden önce, karakter oluşumu ile ilgili olduğuna inanıyoruz.
Bu bağlamda Şeyh Abdulkadir, Dallas College’de yaptığı bir konuşmada kurumun temeli olan fütüvvet(gençlik) hakkında şöyle konuştu:
ƒMezunlarımızı dünyanın farklı bölgelerine gönderiyoruz, hem bugün yeni gelişen sosyal bağları ve zamanın politik araçlarını anlamaları için tam donanımlı yetiştiriyoruz hem de küresel bir iletişim uzmanlığının yanı sıra liderlik aracı olarak belagati öğretiyoruz. Bu amaca, siyaset bilimi, dil ve medya ile İslami bilginin bir arada kullanılmasıyla ulaşılır.
“Sınırların deneyimi” ifadesini tasavvuf bağlamında mı kullanıyorsunuz? Olumlu bir şekilde eğitimin nasıl bir parçası olabilir?
“Sınır deneyiminden” kastımız, son derece kapitalist bir toplum bağlamında teşekkül etmiş tabuları yıkmaya hizmet edecek tepkidir.
Okul krizi, bugün “eğitim” dediğimiz biçimlendirici sürecin krizini ifade eder. Okullar, bireylerin karakterini ve dünya vizyonunu şekillendirmekte yetersiz kaldığı kamusal mekânlar oldu. Okul bugün kültürün teşekkül ettiği alanın dışında; kapitalizmin itici gücü hedonizmi körükleyen televizyon ve internet tarafından ele geçirilmiştir.
Aslında kapitalist söylemin illüzyonunu medya aracılığıyla yaydığı görülmektedir. Bu yeni totaliterlik, piyasanın sınırsızca sunduğu zevk nesnelerinin hipnotik olarak baştan çıkarmasıyla ifade edilebilir.Meta fetişizmi zamanında yaşıyoruz. Kapitalist söyleme göre insan hayatı, sürekli artan miktarlarda mal sahibi olmakla tatmin duygusuna, mutluluğa ve kurtuluşa erişecektir.
Tüketime sunulan her yeni ürün, piyasa tarafından varoluş sorununa, fıtri arayışa çözüm olarak sunulmaktadır. Piyasanın sınırsızca sunduğu en başta uyuşturucular olmak üzere bu ürünler hiçbir zaman gerçek tatmin veremez, aksine yeni bir boşluk ve bağımlılık yaratır.
Ekonomistlerin teknoloji aletlerinin planlı eskimesi dedikleri şey insan ilişkilerinin kuralı hâline geldi. Aşk bile bir buzdolabı ya da bir iPhone modeli biçiminde tasavvur ediliyor. Yenilik kültü kural oldu.
Gençliğin bozulmasına, geçmişte olduğu gibi, hayaller ve gerçeklik arasındaki çatışma neden olmuyor. Bozulmanın sebebi hayallerin yokluğundan kaynaklanıyor. Bu hastalığın patolojileri toplumumuzda belirgindir: depresyon, duyarsızlık, uyuşturucu ve teknoloji bağımlılığı, anoreksi, bulimya, pornografi vb. Aletlere karşı olan anti-aşk, başkasına olan aşkın yerini almıştır. Geriye sadece yıkıcı ve otistik zevk arayışının yalnızlığında kaybolan beden kaldı.
Türkiye’ye çok yoğun muhabbetiniz var. Birkaç kere geldiğinizi ve Türkiye’yi çok sevdiğinizi biliyorum. Özellikle İstanbul ve Türkiye’ye dair anılarınızı, gözlemlerinizi dinlemek isteriz. Hatta 1996 yılında Şeyh Abdulkadir’le İstanbul’daki anılarınızı da paylaşırsanız memnuniyet duyarız.
Birkaç kez Türkiye’de bulundum her zaman ülke ve insanlarıyla derinden bağlı olduğumu hissettim.Fatih Sultan Mehmet, yukarıda belirtilen meşhur konuşmasında, Osmanlı ordusu tarafından İstanbul’un fethinin, Yunanlılar karşısında Truva’nın intikamı olduğunu çünkü geleneğe göre, Aeneas’ın soyundan gelenlerin Roma’nın kurucuları olduğunu söyler.
Efsaneye göre Romulus ve ikiz erkek kardeşi Remus, yetim bebekler iken bir dişi kurt tarafından emzirildikleri yerde Roma şehrini kurdu.
Ve son zamanlarda Güney Afrika’yı ziyaret eden Tarsuslu Kadirî-Rifai bir şeyh, bana Turan ve Romulus’un kurtlarının aynı hayvan olduğunu ve iki halk arasında bir ilişki olduğunu vurguladı. Ankara’da, Hacı Bayram-ı Veli’nin türbesi, Roma’nın ilk imparatoru olan Augustus Tapınağı’nın hemen yanında inşa edilmiştir.
Türkiye’yle olan bağlantım 2012’de Miraç gecesi Ankara’da Rifai Şeyhi Ömer Efendi ile tanıştığımda güçlendi. Tasavvuf yolu, adabı hakkındaki derin bilgisi, Hz. Peygamber’e (sav) ve ehl-i beytine olan aşkı beni çok etkiledi. İrfanı ve feyzinin safiyeti ilaç gibi gelmişti. Müritlerinin kalitesi de bugün yaptığı hizmetin sahihliğinin bir kanıtıdır.
Yakın tarihte başarısız olan darbe esnasında, Ankara’daki bütün müritlerini meşru hükûmeti desteklemek için gece saatlerinde zikir yapmak üzere sokağa çağırdı. Müritlerine şöyle dedi: “Korkmayın, insan bir kere ölür.” Bu, benim görüşüme göre, gerçek tasavvuftur.
Avrupalı Müslüman azınlıklar özellikle mühtedi azınlıklar birçok problemle karşı karşıya kalıyor. Müslüman olmayan bir toplumda liberal baskı, entegrasyon adı altında çoğulculuğun, homoseksüellik başta olmak üzere üstesinden gelmesi gereken ciddi siyasi meseleler var. Sizce Müslümanlar azınlıkta kalarak kendilerini koruyabilecekler mi? Ümmete nasıl bir katkı sunabilirler?
1992’de İslam’ı kabul ettiğimde, şehrimde fakir bir bölgede sadece küçük bir namaz odası vardı. İbadet edenler çoğunlukla Arap ülkelerinden gelen öğrenciler ve Kuzey Afrika’dan birkaç işçi idi. Şimdi yanılmıyorsam Parma’da üç cami var.
İslam, Avrupa’da etkileyici bir hızla yayıldı. Başlangıçta birçok zorluk yaşadık. Her cuma namazı için camiye giderken, İtalyan polisinin beni çok da özgürlükçü olmayan bir şekilde caydırmaya çalıştığını hatırlıyorum.
Entegrasyon sorunu çok karmaşık ve belirsiz, Avrupa yerlisi Müslümanlar için geçerli olmamalıdır. İslam, bir medeniyeti vahye dayanan kanunlara aykırı olandan arındıran bir filtredir.
Osmanlılar bunun farkındaydı, bu sebepten dolayı bir ülkeyi fethettikleri zaman şeriatla çelişmeyen yerel yasaları (kanun) korurlardı.
Avrupa’da yerli Müslümanlar kimliklerini korumalı ve diğer insanların kimliklerini benimsememelidir.
İslam, Batı’nın düşmanı değildir; Amerikan tuzağına düşmemeli ve “Medeniyetler Çatışması” fikrini kabul etmemeliyiz, ancak halkın dilini konuşmaya çalışmalıyız.
Kıyamet günü ile ilgili alametlerden biri, dünyanın sona ermesinden önce güneşin Batı’da doğmasıdır ve bunun iki yönlü bir anlamı vardır.
Ayrıca ünlü hadisi de aklımızda tutmalıyız: “Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.”
İslam’ın mesajını halkın dilinde sunabileceksek -ve dil derken, sadece basit bir çeviri değil, o millettin dünya görüşüne (Weltanschauung) göre- Bosna ya da Arnavutluk’taki gibi bir Avrupa İslam’ı olacak. Küresel olarak George Soros gibi finansörler tarafından desteklenen modern entegrasyon fikrine gelince, tüm dinleri kapitalist yaşam biçiminin ortak şemsiyesi altında birleştiren bir “ekümenizm” fikrine dayandığı için reddedilmelidir. İnsan hakları evrensel doktrini dinlerin geçerliliğine karşı ve üstünde tesis edilmiştir. Ama bizim için “Allah indinden tek din İslam’dır” (Âli İmran 19)
Bitirirken söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Türkiye’nin Avrupa’da İslam’ın yayılmasında oynayacağı rolün büyük olacağını söyleyerek bitirmek istiyorum. Bizim için Türkiye en karanlık gecede bir deniz feneri gibidir. Teşekkür ederim.
*Bu röportaj Nihayet Dergisi 54. Sayı Haziran 2019’da yayınlanmış olup İsmail Aydın tarafından çevrilmiştir.