Kahveyle bağım, ÇETO Dergisi vesilesiyle tanıştığım çok değerli büyüğümMevlana İdris sayesinde oldu. Beni kendisinin tabiriyle “ilginç adamların hercumartesi toplandığı kahve”ye davet ettiğinde bir anda kendimi hâlâ devameden şifahi bir geleneğin içinde buldum. Mevlana İdris’le 1984yılından beri müdavimi olduğu kültür ve edebiyat mahfillerini konuşmak içingüzel bir fırsata dönüştü. Bu keyifli sohbete sizi de davet ediyorum.
Hem sizin hayatınızda hem Türkiye’nin yakın tarihinde önemli etkileri olmuş Marmara Kıraathanesi’nin, İLESAM ve Erenler’in… Sizin “kahve” ile ve Hilmi Oflaz ile yolunuzun kesişmesi nasıl oldu? Özellikle o ikindi sofralarını sizden dinlemek isteriz.
Sayenizde biraz anıları tazeleyip, biraz o “güzel zamanlara” geri döneceğimiz için teşekkür ederim. Ben Marmara Kıraathanesi sohbet halkalarına doğrudan dâhil olmadım. Marmara Kıraathanesi devrinin 1983’te kapandığı malum, bendeniz ise 1984’te İstanbul’a geldim. 84’te başladığım İstanbul Hukuk’taki tahsilim sırasında, ana kapının tam karşısındaki caddede bir Marmara var idi, biz oraya birkaç arkadaşla bazen uğrardık ama çay içmek ve bilardo oynamak için.
Biliyorsunuz Marmara Kıraathanesi’nin sohbet halkalarının gedikli müdavimlerine bir nevi akademik unvan gibi ‘Marmaratör’ denirdi ki ben bu Marmaratörlerden beş altısını daha sonra devam ettiğimiz başka kahvelerde tanıdım. Erenler olarak bilinen Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Marmara Kıraathanesi, İLESAM olarak bilinen Sinan Paşa Medresesi, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi olarak kullanılan Kızlarağası Medresesi, daha önceki Küllük, Meserret, İkbal gibi bir dönem edebiyat ve sohbet adamlarının devam ettiği kahvelerin, İkbal hariç hepsi Laleli’den Bâbıâlî’ye giden ana cadde -İmparatorluk Yolu- üzerindedir.
İkbal de bu ana yola çok yakın olan Cağaloğlu ile Nuruosmaniye arasında kalır. Bu kahvelere yine ana cadde üzerinde bulunan iki medreseyi ve bir sıbyan mektebini de ekleyiniz; yani Kubbealtı, Birlik Vakfı ve Türk Edebiyatı Vakfı’nın merkezleri. Sonra zaten Ayasofya ve Sultanahmet, matbuat merkezi Cağaloğlu, geride Beyazıt Camii ve Üniversite… İşte bu ana cadde ve bitişik çevresi ülkemizin düşünce ve kültür hayatının merkezi idi. Âdeta her şey burada olup biter, Türkiye’ye ve dünyaya büyük ölçüde burada kurulu optikten veya optiklerden bakardık
Biz Erenler durağında bindik bu tramvaya. Seksenli yılların ikinci yarısıydı, henüz 12 Eylül’ün dumanları tütüyordu. Orada burada paneller dönemi başlamıştı. Muhtelif kesimlerde hafiften bir özeleştiri dalgasıyla birlikte bir karşıdakini anlama/dinleme havası da oluşmuş; bu da kültürel ve siyasal ortamda mahcup iyimserliklerin belirmesine yol açmıştı. Yoğun şiddet ve ölüm dolu sokakların siyah beyaz zamanları geride mi kalmıştı, bize mi öyle geliyordu? Ama ortaya çıkan sessizliğin yoğun bir okuma yazma gürültüsü ile doldurulduğu günlerdi Erenler’deki günler.
“Kahve” sadece çay içmek muhabbet etmek için bir araya gelinen yerden öte içerisinde yakın tarihte etkili olmuş birçok siyasi parti, dergi, yayınevi, sivil toplum hareketine öncülük etti. Hüsamettin Arslan, Mehmet Niyazi gibi daha birçok ismin uğrak yeriydi. Kahve nasıl bir okuldu?
Biz Türk her yerde çay arar. Eskiden at da arardık o başka. Erenler’de iyi çay yapılıyordu. İlgilisi için nargile (tömbeki) ve çay ciddiye alınıyordu. Ayaküstü, merkezî bir yerdi. Klasik mimarinin sağlamlığı, kubbelerin, revakların sahiciliği, girişte sağlı sollu birkaç mezar ve demir parmaklıkların önünde hep hazır duran közler, ehl-i sohbetin halkalanması, genç edebiyatçı dostların buluşup yeni şiirlerini teati ve tefsir etmeleri, hemen dışarıda köşedeki mütebessim çehreli büfeci Cahit’in leziz sandviç, tost ve hamburgerleri… Velhasıl Erenler birçok yapının bir arada olduğu eklektik bir mekândı.
Eski tüfekler, genç şairler, öykücüler, dergiciler, gazeteciler, akademisyenler, esnaftan, halktan nargileciler… Hepsi bir aradaydı. Hatta Afrikalı yaşlı bir gazete müvezzii bile vardı. Eski tarz omuzdan askılı deri bir kap içinde günün belirli bir saatinde gelip gazete satardı. Medreseye gelen tipleri bırakın; ateşçi, hesaba bakan başgarson, ocakçı gibi elemanlar dahi tipikleşmiş, klişeleşmiş âdeta birer fenomendi.
Andığınız merhum iki değerli isim dışında daha pek çok tanınan ismin de uğrak yeriydi Medrese. Hüsamettin Hoca, tezini orada, medresede zaman içinde gözümüzün önünde yazdı. Hilmi Oflaz, Filozof Cemal ve başka renkli şahsiyetleri esasen Mehmet Niyazi Bey Deliler ve Dahiler kitabında etraflıca anlattığı için ben fazla girmeyeyim. Orada bazı şahsiyetleri dinlemekle, diyelim bir kitabı tetkik etmek, okumak arasında pek fark yoktu bana göre. Mesela Hüsamettin Hoca’yı dinlemek…Elbette ki bir kitabını okumaktan daha fazla bir şeydi. Erenler okul muydu derseniz, elbette. Zaten adı üstünde değil mi? Medrese orası, Çorlulu Ali Paşa Medresesi.
Değişik siyasi görüşlerin de buluştuğu bir yerdi. Ortamdan ve isimlerden bahseder misiniz? Neler konuşulurdu? Nasıl bu fikirler hayata geçerdi?
Değişik görüş sahibi insanlar geldiği için değişik fikirlerin canlı dolaşımda olduğu bir mekândı. Siyaset, edebiyat ve kültürün farklı taşıyıcıları vardı orada. Hatta bazı görüşlerin/hareketlerin temsilcileri de. Zaman zaman çok canlı tartışma ortamlarının yaşandığını hatırlıyorum. İsimler konusuna girmeyelim isterseniz, çünkü yüz kadar isim saymak icap edecek. Konuşulan şeyler arasında siyaset ve edebiyat başı çekerdi.
Bazen yirmi kadar kişinin katıldığı ateşli tartışmalar bazen de iki üç kişinin mırıl mırıl sohbetçikleri… Sohbetin her nevi vardı medresede. Hadi bir fikir imal edelim, yarın da hayata geçirelim nevinden projeler geçidi yoktu elbet. Ama orada düşünülüp kotarılmış ve yayına başlamış çok sayıda dergi, kitap, yıllık çalışması olduğunu biliyorum. O dumanlı çaylı meclislerden vekiller, bakanlar, ticaret adamları, büyükelçiler çıktı ama, genç edebiyatçı, fikir adamı, yazar, gazeteci, sanatkârlar da vardı ve onlar zaman içinde verdikleri eserlerle gerçekten bir kuşak oluşturdular. O meclislerde bulunup da bugün eserleriyle tanıdığımız onlarca ismi bir çırpıda sayabilirim edebiyat ve matbuat âleminden. Medrese genellikle ikindiye doğru yükünü almaya başlar, mevsime göre gece bire kadar her türlü sohbet ve iletişime yataklık ederdi. Zaten arka kısım mescid olduğundan, herkesin zamanını sıkıntısız geçirebileceği bir ortamdı. Nedir? Birdenbire turistik bir dalga yoğunlaşıp, Sinan Paşa da İLESAM olarak faaliyete geçince biz 25-30 kişilik bir cemaat yandaki medreseye atlayıverdik.
Özellikle müdavim delileri ve meczuplarından bahseder misiniz?
Bu soruya cevap vermeden önce, neden akıllı ya da normal olmamız gerektiğine dair bizi ikna etmelisiniz. Sohbet ve tartışmalar sırasında zaman zaman tansiyonların yükselip zıvanadan çıkanların görülmesi vaka-i âdiyedendi. Ama bunun dışında çok sevimli bir meczubiyyun kotası hep vardı.
Bir gün garson Muhittin Bey’in “Şu hâle bak! Her direğin dibinde bir tane!” dediğini duymuş ve iç avluyu çevreleyen revakların direklerine bakınca yedi direğin dibinde yedi meczup dostumuzu görmüştüm. Ama Muhittin Bey o esnada direk diplerinde olmayan bizleri hariçte tutuyor gibi gözükme nezaketini lütfetmişti. İlk sorunuzdaki ikindi sofraları ve Hilmi Amca’nın geniş bir kesim için belirginleşmesi İLESAM’da vuku buldu. Necip Fazıl’ın metafizik oğlu olarak bilinen ve onun gibi konuşup yaşayan Hilmi Oflaz Beyefendi Necip Fazıl’a sıkı sıkıya izafe olunsa da nevi şahsına münhasır bir insandı.
Cebinde hiç parası yoktu ama her ikindi vakti içi ekmek, domates, peynir, zeytin, biber, salatalık dolu bir, bazan iki plastik büyük çantayla gelir ve bunlar kısa süre içinde masalara servis edilir, orada bulunan her yaş ve meslekten ama çoğunluğu öğrenci müdavim ve misafirler çay eşliğinde bu cömert sofradan taam ederdi. Bugün bu sofra haftada bir gün o dönemki arkadaşlar tarafından sürdürülen kahve geleneğine bağlı olarak Süleymaniye’de kuruluyor ve adı da Hilmi Oflaz sofrası. İLESAM, Erenler’e göre daha homojen bir profil çizdi. Kısmen ülkücü ve İslamcı gelenekten gelen arkadaşların oluşturduğu sohbet meclisleri vardı ama ateşli tartışmalar burada da varlığını canlı biçimde sürdürdü. Buraya da zaman zaman ağırbaşlı ya da yolu düşmüş değişik tipler geliyordu ama dediğim gibi asıl kadro hep cevval ve ritmikti. Ankara’dan her hafta sonu bu sohbet için gelen dostlar da vardı. Ya da yolu İstanbul’a düşen yazıp çizen hemen herkesin buluşma yeri gibiydi. Sonra Kızlarağası’na geçtik ki orası da ayrı bir fasıl. Ve şimdi dediğim gibi Süleymaniye’deyiz. Artık sohbetimizin bir moderatörü var. Kahve arkadaşlarımız yaşlanırken güncellenmeyi ihmal etmediler. Değişik alanlardan sayılı uzmanlara sahibiz ve zaman zaman kahvede gayet bilimsel sunumlar da yapılıyor. Mottomuz şu: “Çay parası veren herkes konuşabilir.”
Terapi Meclisi de diyebiliriz bu meclise. Yine başka şehirlerden her hafta bu toplantı için gelen arkadaşlar var. Genç rindler de eklenmekte zaman zaman. Geldik gidiyoruz işte, Halep şehri artık yok ki şen olsun.
Son olarak gün geçtikçe mahfil ortamları azalıyor. Mahfiller insanların özellikle oturmaya konuşmaya dair erkân öğrendikleri yerlerdi. Kahvenin geleneklerinden bahsedebilir misiniz?
Süleymaniye’deki kahveye eklenen genç bir akademisyen dostumuz Ahmet Uysal, bütün bu mekânları ve süreci üç yıldır araştırıyor, bilgi ve hatıra topluyor, görüşmeler yapıyor. Kitap çalışması büyük ölçüde tamamlandı ve son rötuşlar yapılıyor. Orada daha ayrıntılı ve renkli fotoğraflar bulmak mümkün olacak. Artık insanların içindeki merkezsizlik ve aceleci yapı daha çok ortaya çıktı. Gelenek nerede oluşur? Kimsede artık bir geleneğin oluşması için gereken sabır yok ki. Cep telefonlarının içindeyiz ve her yerde olduğumuzu varsayıyoruz.
Geçelim. Çünkü kimsede kalacak istek ve takat yok. İlerliyoruz ve hızla. Nereye? Bu bir meçhul bayım. Mahfil hoş bir kelime ve değişik çağrışımları var. Bu kavram çağrıştırdığı her şeyle birlikte bir anlama sahip. Şimdi bizim daha bütünlüklü bir zihne sahip olduğumuzu kimse iddia edemez. Zihinsel şiddet diyebileceğimiz fazla ve çöp mesajlara her gün maruz kalan yaralı bilinçlere sahibiz ve düşünenlerin işi yine zor. Ama nedir? Dünya böyledir.
*Bu röportaj Nihayet Dergisi 2020 Şubat 62. sayıda yayınlanmıştır.