John Muaz Kingerlee ismini ilk kez Abdülkadir Sufi ile alakalı bir yazıda gördüm. Araştırdığım zaman dünyaca ünlü ve birçok değerli eser ortaya koymuş bir ressam olduğunu öğrendim. Abdülkadir Sufi’nin etrafında birçok entelektüel akademisyen, müzisyen olduğunu biliyordum ama bir ressamla karşılaşmak ilgimi çekmişti. Ayrıca Türkçe kaynaklarda Kingerlee hakkında hiçbir şey olmaması beni şaşırttı. John Muaz Kingerlee, Amerika ve Avrupa başta olmak üzere önde gelen sanat galerilerinde eserlerini sergiledi. Sanat eleştirmenlerinin övgüsünü kazandı. Hakkında birçok belgesel ve yayımlanmış prestij kitap bulunan Kingerlee, 87 yaşında ve evindeki atölyesinde üretmeye devam ediyor.
Öncelikle sizi tanıyarak başlayalım. Soyadınız çok ilginç.
Kingerlee, 1936’da Birmingham’da doğdum. 20 yaşına kadar Padington ve Devonshire’da yaşadım. 1958’de eşi Mo ile evlendik. 1988’de Müslüman oldum. 2012’den beri Skibberen, West Cork’da yaşıyorum.
Babam bana Kingerle isminin Oxfordshire taş ustalarından geldiğini söyledi. Yıllar önce Oxford’a yaptığım bir ziyarette bir van geçmişti. Yan tarafında T.H. KINGERLEE Builders yazıyordu. Bir kuzenim bana çok uzaklarda ve uzun zaman önce çingenelerin soyundan geldiğimizi söyledi. Annemin soyu İrlanda’nın en köklü ailelerinden Hogan’lara dayanıyor. Muhtemelen Büyük Kıtlık sırasında İrlanda’yı terk etmişlerdi.
Resim yapmaya nasıl başladınız? Resim anlayışınız nasıl şekillendi? Siz kendi resminizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Tek çocuktum ve çok haşarıydım. Çocukken evimdeki kültüre dair bir şey yoktu. Çok az kitap vardı ama bir radyo vardı. Bu yüzden sürekli dışarıdaydım asıl ilgi ve heyecan oradaydı. Yatılı okula gönderildiğimde annem ve babam için hayat çok daha kolay oldu. Yedi yıl boyunca Marist Tarikatı’nın İrlandalı Katolik Rahipleri tarafından eğitildim. Orada İngilizce öğretmenim beni James Joyce’un Ulysses’i ve Finnegans Wake adlı eserleriyle ve Fransız dili ve Fransız edebiyatıyla tanıştırdı.
Okuldan ayrıldıktan sonra kendimi Soho, Londra’da buldum. Savaş henüz on yıl önce sona ermişti. Quentin Crisp, Ironfoot Jack, Ray Cortenze, Peter Everett ve Colin Wilson gibi insanlarla tanıştım. Soho Londra’nın merkezinde yer alır. Sanatçılar, yazarlar, uyumsuzlar ve suçlular tüm İngiltere’den ve daha uzaklardan orada toplanırdı.Orası ulusal bir bohem diyebiliriz.
Gençken ressamlarla birlikte olmayı, onları çalışırken izlemeyi ve söyleyeceklerini dinlemeyi severdim. Londra’da (evliliğimizin ilk günlerinde) eşim ve ben ressam Martin Bradley ve eşine bakıcılık yapardık. Bazen onu çalışırken izlerdim, bu bana büyük bir ilham kaynağı oldu. O zamanlar bir yazar olduğumu düşünüyordum.
1961’de resim yapmaya başladım ve yapmam gerekenin bu olduğunu keşfettim. Bostanda çalışmaya gitmeden önce sabah 5’te kalkıp 2 veya 3 saat resim yapmaya başladım. Yaptığım şeye dış dünyadan çok az ilgi vardı.
Warwickshire’dayken kendimizi İngiltere’nin kalbinde hissediyorduk, etrafımızda ulu ağaçlar vardı ve William Shakespeare’in doğumduğu yere yakındık. Warwickshire’dan İngiltere’nin geleneksel olarak ressamlar bölgesi olan Cornwall’a taşındık. Burada zamanımın çoğunu resim yaparak geçirebildim. Yeterince işim olduğunda tuvalleri toplar ve satmak için otostopla Londra’ya giderdim. Yirmi yıl Cornwall’da yaşadık ve son beş yıldır bir çömlekçilik yaptık. Ben resmimi tanımlamıyorum. Kendi resmimin bir tanımı yok. Belki de bu küçük şiir bu soruya bir cevap olur:
Hani trenler uçup giderdi arasından, o yüzyılın çayılarının
Hani pencereler çok yüksekte ve ufacıktı
Peki o çocuklar, vagon duvarlarına kelebekler çizen
Bilirler miydi öleceklerini?***
Kenara çekilip ve resimlerin kendi adlarına konuşmalarına izin vermeyi seviyorum. Temelinde bir çuval titanyum beyazı pigmenti olan kendi boyalarımı karıştırmaya West Cork’ta başladım. Bu, boyanın özellikle palet bıçağıyla cömertçe kullanılmasını sağlıyor.
Resimlerinize baktığımda İrlanda’nın havasını, denizi ve fırtınayı hissediyorum. Belki de bıraktığınız şiir ve yazarlık kendini kelimelerle değil, resimlerle ifade ediyor.
Resimlerimde İrlanda’nın havasını, denizi ve fırtınayı görmeniz beni mutlu etti. Kameralar bir iş, resimler başka bir iş yapar. Eski duvarları ve onların ortaya çıkış biçimlerini seviyorum. “Belki de bıraktığınız şiir ve yazarlık kendini kelimelerle değil, boyalarla ifade ediyordur” dediniz. Umarım haklısınızdır ve ben haklı olduğunuzu düşünüyorum.
Neden West Cork’a taşındınız?
1982 yılında gelindiğinde tüm çocuklar evden ayrılmıştı ve istediğimiz yere taşınmakta özgürdük. West Cork’ta sevdiğimiz ve kendimizi evimizde hissettiğimiz bir manzara, muhteşem bir mizah anlayışı ve zorlu bir tarihten gelen bir bilgeliğe sahip bir halk bulduk. Eski İrlanda tamamen yok olmamıştı.
İrlanda’ya ilk ziyaretimizde yürüyor ve otostop çekiyorduk. Bir gün Kerry dağlarında bir araba durdu ve iri yarı bir adam indi ve “Binmeyecek misiniz” dedi. Sıkışarak içeri girdiğimizde gergin bir atmosfer fark ettim. “Aman Tanrım” diye düşündüm, “Neye bulaştım ben, IRA’nın silahlı adamlarına mı?” Bu adamlar günahkâr değil azizdi. Şili ve Filipinler’deki yoksul halklar adına konuşmuşlardı. Güçlüler tarafından kendilerine doğrultulmuş silahın namlusuna bakıyorlardı. “Elbette iyi bir çoban koyunlarına göz kulak olmak zorundadır.” dedi içlerinden biri. Böyle cesur adamlarla tanışmak ne büyük bir ayrıcalıktı.
Nasıl Müslüman oldunuz ve Şeyh Abdülkadir Sufi ile nasıl tanıştınız? Onunla resim hakkında konuştunuz mu? Ne hakkında konuştunuz?
70’li yılların ortalarında Londra’da Bristol Gardens’ta bir squatta* yaşıyordum. Squat sakinleri arasında İngiliz ve Amerikalı genç Müslümanlardan oluşan bir topluluk vardı. Sufi oldukları ortaya çıktı -Murabitun- Şeyh Abdülkadir, o zaman Meknes’te Şeyh Muhammed ibn el-Habib’in mukaddimiydi. Etrafındaki gençler sürekli olarak seçkin ve temizdi, etraflarındaki diğer gecekonduların çoğunun aksine uyuşturucu kullanmıyorlardı.
Bir gün onlar bir sufinin dükkânında çalışıyor, kapları ve paraları taşıyorlardı. Tezgâhtaki genç adamın gözlerinde, mantığını bastırmakla tehdit eden ve kontrol altında tutmayı başardığı cezbeyi gördüm. Bu bende derin bir etki yarattı. Tanıdığım aklını kaybeden herkes bunu kesinlikle sevinçten değil; karanlıktan, üzüntüden ve hayal kırıklığından yapıyordu. Daha sonra öğle yemeğine davet edildim ve orada Şeyh Abdülkadir’le tanıştım. Ondan kesin bir ret cevabı aldım. Yıkıcı bir darbeydi.
Yıllar geçti ve yapabileceğim tek hamle Müslüman olmaktı. Yıllar sonra Şeyh ile ilgili son anım, elimi tutup beni kutsal raksın melodisi hadranın merkezine çekmesiydi. Müslüman olduktan sonra bana bir isim seçmek isteyip istemediğim ya da bana bir isim verilmesini isteyip istemediğim soruldu. Şeyh Abdalhaq Bewley bana Muaz ismini verdi, bu ismin ona öylece geldiğini söyledi. Bu isimden çok memnunum, benim için büyük bir gerçekliği var. Bir Müslüman olduktan sonra Şeyh ile sadece bir kez sohbet ettim. “Yeats’i tanıyorum.” * dediğini hatırlıyorum. Resim üzerine hiç konuşmadık.
Müslüman olduktan sonra insanların hayatlarında köklü değişiklikler oluyor. Bazıları yaptıklarını tamamen terk ediyor. Bazıları yeni sentezler deniyor. Sizin resminizde neler değişti?
Müslüman olduktan sonra figüratif resimden uzaklaşıp renk, doku ve dengeye yöneldim. Din değiştiren pek çok kişi gibi ben de sürekli İslam’dan ve faizin kontrol edici ve yıkıcı gücünden bahsederek arkadaşlarımın çoğunu kendimden uzaklaştırdım. Faizin yıkıcı gücünün farkına varmak kafamda patlayan bir bomba gibiydi. Şimdi 87 yaşındayım ve bugünlerde söylediklerimde çok dikkatli olmaya çalışıyorum.
Dünyada pek çok ülkesinde sergiler açtınız. İşin arka planında da çok tecrübeniz oldu. Bugün her şey gibi sanat da dijitalleşti. Dijitalleşmenin yanı sıra geçmişte marjinal olan her şey artık ana akım haline geldi. Sanatın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Genç sanatçılar için tavsiyeleriniz nelerdir?
Genel olarak şu anda sahip olduğumuz şekliyle sanat dünyası kaçınılması gereken bir şey. New York’lu sanat eleştirmeni Bill Zimmer ile iyi bir arkadaşlığımız vardı. Bill de benim gibi grafitiyi severdi. Kiplings’in Puck Of Pooks Hill kitabını yeniden okumayı umduğunu söylediğini hatırlıyorum. Robert Hughs bir keresinde “Sanat dünyasının sanatın düşmanı olduğunu daima hatırlayın” demişti. İyi tavsiye.
Yıllar önce Portekiz’de fakir bir adamla tanıştım, evrakları yoktu ve kaçaktı, beş parasız bir Faslıydı. Bir süre sohbet ettikten sonra yatağı bir kenara çekti ve bana duvar kağıdında üzerinde çalıştığı resmi gösterdi. Bu tür durumlardan anlamlı bir sanat çıkacağını hayal ediyorum.
“Dijital sanat” bunun ne anlama geldiğini bile bilmiyorum. Para aklama, büyük müzayede evlerindeki yüksek fiyatlar beni ilgilendirmiyor. Ben sadece iyi resimler yapmak istiyorum.
Birkaç yıl önce Dublin’deki galerisinde Hugh Charlton bana, arkadaşı olan bir bayanın o sabah benim “The Well” isimli bir resmimi satın aldığını söyledi. Kocasının kendisine aldattığını öğrendiği için şehirden ayrılıp kırsal kesime giderek intihar etmeyi planlamıştı. Bunun yerine benim resmimi satın almış ve evine geri dönmüştü. Genç bir iş adamı bana satın aldığı resmime her baktığında kendisini mutlu hissettiğini söyledi. Elhamdülillah. Her zaman resimlerimin “yevmiddin”de benimle birlikte duracağını umuyorum. Yeni sanatçılara olan tavsiyem şu: ‘Başınızı eğin ve sıkı çalışın, eleştirmenler ne derse desin.’
Resimlerinize baktığımda İrlanda’nın havasını, denizi ve fırtınayı hissediyorum. Belki de bıraktığınız şiir ve yazarlık kendini kelimelerle değil, renklerde ifade ediyor.
Resimlerimde bunları görmeniz beni mutlu etti. Kameralar bir iş, resimler başka bir iş yapar. Eski duvarları ve onların ortaya çıkış biçimlerini seviyorum. “Belki de bıraktığınız şiir ve yazarlık kendini kelimelerle değil, renklerde ifade ediyordur.” dediniz. Umarım haklısınızdır. Ben haklı olduğunuzu düşünüyorum.
*William Butler Yeats, İrlandalı şair, yazar.
** Fakirlik, protesto ve çeşitli nedenlerden ötürü sahip olmadığı bir arazi veya boş bir evin mülkiyetini ele geçirerek orada yaşamak.
*** Şiir Kadir Danış tarafından çevrildi.
Bu röportaj Nihayet Dergisi 2024 Şubat 109. sayıda yayınlanmıştır.