Aldo Braccio: Akdeniz’de bağımsız ve siyasi iradeye sahip bir Akdeniz Birliği oluşturulması gerektiğine inanıyorum

İtalya’da jeopolitik alanında birbirinden farklı pek çok çalışma yapılıyor. Bu çalışmaların temel yaklaşımı ne olursa olsun, söz konusu Türkiye olduğunda İtalyan kamuoyunun ilgisi her zaman canlı kalıyor. Aldo Braccio’nun Turchia, ponte d’Eurasia (Türkiye, Avrasya’nın Köprüsü) adlı kitabı 2014’te yayımlanmış olmasına rağmen, üzerinden 11 yıl geçmesine karşın hakkında kayda değer bir değerlendirme yazısı veya haber yapılmaması dikkat çekici bir durum.Aldo Braccio ile Turchia, ponte d’Eurasia kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

İtalyanca olarak Türkiye hakkında yazılmış bu kitabı görünce oldukça şaşırdım. Bir İtalyan yazar olarak Türkiye ile ilgili bir kitap yazmaya sizi yönlendiren motivasyon nedir? Türkiye’ye olan ilginiz nasıl başladı ve bu süreçte neler keşfettiniz?

Türkiye’ye olan ilgim ve sevgim, bu ülkeye ve halkına duyduğum derin hayranlıktan kaynaklanıyor. 35 yıldır düzenli olarak, her yıl Türkiye’yi ziyaret ediyorum. Doğusundan batısına bu toprakların değişmeyen misafirperverliğine tanık oldum. Bunun dışında, Türkiye, tarih ve kültürün kesişim noktası olarak, Kutsal ve Gelenek’in izlerini barındırması ve farklı medeniyetlere ait çok sayıda tanıklık sunması nedeniyle son derece ilginçtir. Türkiye’yi konu alan kısa bir denemede ve yayımladığım birçok makalede, bu ülkenin Avrasya’nın iki büyük kısmı olan Avrupa ve Asya arasındaki diyaloğu kolaylaştırmada oynadığı temel rolü vurgulamaya çalıştım. Bunun tersine, bu temel rolü ve Avrasya kıtasının özündeki birliği tanımayanlar, Türkiye’yi Kuzey Amerika hegemonyasında, Asya ve İslam karşıtı bir “Batı sistemi”ne bağlamayı amaçlamaktadır. Bu yaklaşım, sinsi bir “göreceli laiklik” anlayışıyla beslenmektedir.

Kitabınızda Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” eserine atıfta bulunuyorsunuz. Bugün Türkiye’de yaşanan siyasi gelişmeler nedeniyle bu esere olan ilgi azalmış olsa da, sizin bu kitaba ilginizi çeken nedir? “Stratejik Derinlik” kavramı sizce hala geçerliliğini koruyor mu?

Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu adlı eserde yer alan temel unsurların, Ahmet Davutoğlu’nun siyasi kariyerindeki gelişmelerden bağımsız olarak, hâlâ geçerliliğini koruduğuna inanıyorum. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle ortaya çıkan boşluğu doldurma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı ve imparatorluk tecrübesi ile cumhuriyet tecrübesi arasında bir süreklilik arayışına girdi. Bu, imparatorluğu aynen taklit etmek ya da anakronik bir şekilde yeniden canlandırmak anlamına gelmiyor. Bunun yerine, Türkiye’nin kendi seçkin tarihi mirasına saygı göstererek ve olumlu bir jeopolitik duruş benimseyerek hareket etmesi gerektiği anlamına geliyor.

Davutoğlu, eserinde, bu hedefe ulaşmak için bir ruhani topluluk oluşumunun şart olduğunu vurguluyor: “Derinlikten yoksun bir halkı beslemeyen ve ortak değerler temelinde bir manevi topluluk inşa etmeyen bir devlet, sadece kaba bir güçten ibarettir.” Türkiye, jeostratejik konumu ve tarihi derinliği sayesinde, Yakın ve Orta Doğu, Akdeniz Avrupası, Karadeniz ve Orta Asya’yı kapsayan geniş bir alanda arabuluculuk yapabilecek bir köprü rolüne sahiptir.

“Komşularla sıfır sorun” ilkesi, Türkiye’nin stratejik merkeziliğini güçlendirmek ve otoritesini artırmak için temel bir prensip olmuştur. İç politikada ise bu ilke, AK Parti hükümetleri tarafından etnik ve dini kimliklere saygı gösterilmesi şeklinde başarıyla uygulanmıştır.

Stratejik Derinlik analizinde dikkat çeken bir diğer unsur ise “stratejik üçgenler”dir. Davutoğlu, Türkiye, İran ve Mısır arasında yer alan üç büyük havzanın – Anadolu-Mezopotamya’nın kuzeyi, İran-Mezopotamya’nın güneyi ve Nil havzası – bölgedeki ana aktörler olduğunu belirtir. Bu büyük üçgenin içinde daha küçük stratejik üçgenler bulunmaktadır. Türkiye’nin, özellikle İran ve Suriye ile üçlü bir ilişki geliştirmesinin son derece arzu edilir olduğunu vurgular. Günümüzde bu ülkeler arasında iş birliği, Batı’nın sürekli körüklediği savaşçı ve saldırgan eğilimlerle mücadele etmek açısından daha da önemli hale gelmiştir.

Türkiye, Avrasyacılık kavramı için neden bu kadar önemli bir ülke? Jeopolitik konumu ve tarihi perspektifiyle Türkiye’nin Avrasya bölgesindeki stratejik rolü nedir ve bu rol nasıl şekilleniyor?

Türkiye, kendi başına adeta bir Avrasya özeti gibidir: Avrupa ve Asya unsurları bir arada, sorunsuz bir şekilde bir arada yaşamaktadır. Anadolu’nun eski tarihi, özellikle Yunan tarihiyle iç içedir. Günümüzde Türkiye topraklarında, Homeros, Herodot, Thales, Ksenofon, Herakleitos, Epiktetos, Anaksimandros gibi isimler doğmuştur ve bu liste uzayıp gider.

İstanbul/Constantinopolis, İkinci Roma’dır. Roma İmparatorluğu, burada Bizans versiyonuyla ve ardından Osmanlı versiyonuyla ebedi yürüyüşünü sürdürmüştür (daha sonra üçüncü Roma olarak Moskova’ya taşınmıştır).

1831 yılında İtalyan diplomat ve gazeteci Antonio Baratta şunları yazmıştır: “Pozitif bir gerçektir – herkes bunu bilmese de – Türkler, Yunanlıları hiçbir zaman düşman ya da yenilmiş bir halk olarak görmemiş, aksine onlara her zaman lütuf, zenginlik ve onur sunmuşlardır. Eflak ve Boğdan prensliklerinden söz etmeye gerek yok; soylu Fener halkı (Konstantinopolis’teki bir kıyı mahallesi), Divan’ın tam güvenini kazanmış, her zaman en yüksek diplomatik mevkileri işgal etmiş, bu görevlerinde büyük servetler biriktirmiş ve isimde onları yönetenleri gerçekte yönetmiştir.”

Türkiye, Hristiyanlık için gerçek bir beşik ve temel bir itici merkez olmuştur; İslam, onunla her zaman büyük bir saygı ve iş birliği ruhu içinde bir arada bulunmuştur.

Bütün bunlar, Türkiye’nin Avrasya diyaloğunu, farklı halklar ve dinler arasındaki buluşmayı desteklemedeki eşsiz önemini vurgulamak içindir. Ancak, Avrupa Birliği tarafından Ankara’ya yönelik önyargılı ve ideolojik bir düşmanlık söz konusudur. Bu tutum, Batı’nın ve Atlantikçilerin planlarına hizmet etmekte, dünya genelinde egemenlik iddialarını ve bağımsızlık girişimlerini bastırmaya çalışmaktadır.

Sizce günümüzde bir Akdeniz birliğine ihtiyaç var mı? Böyle bir birliğin kurulmasının teorik temelleri neler olmalı ve pratikte neden güçlü bir şekilde hayata geçirilemedi? Bu konuda hangi engeller veya fırsatlar mevcut?

Akdeniz’de gerçekten bağımsız ve siyasi iradeye sahip bir Akdeniz Birliği oluşturulması gerektiğine tamamen inanıyorum. Ancak bu, 2008’de kurulan ve genel kanaate göre her açıdan başarısız olmuş olan Akdeniz için Birlik (Union for the Mediterranean) gibi olmamalıdır. Bugün Akdeniz’de savaşlar, ekonomik krizler, yoksulluk ve kontrolsüz göç akınlarıyla tam anlamıyla bir felaket yaşanmaktadır. Bu durum yalnızca, kendi topraklarından koparılmış insanlardan oluşan bir köle ordusunu sömürenlere fayda sağlamaktadır.

Akdeniz kimliklerinin korunması, teorik bir temel olarak hizmet edebilir. Ancak Avrupa tarafında, kendi köklerinin farkında olma bilinci geliştirilmelidir. Fakat Avrupa ülkelerinde, kıtanın ABD ile “değerler” ve direktifler doğrultusunda dayanışma içinde olması gerektiğini öne süren bir Batıcılık anlayışı hâkimdir. Oysa ABD, Akdeniz felaketinin başlıca sorumlusudur. Bir yandan küreselleşme ile halkları sömürüp yoksullaştırarak bugünkü göç krizinin zeminini hazırlamış, diğer yandan askeri müdahaleler ve savaşlarla Akdeniz halklarının kaderini hiçe saymıştır (Filistin, Libya, Suriye, Lübnan örneklerinde olduğu gibi).

Özellikle belirtmek gerekir ki, Filistin halkına adalet sağlanmadığı sürece – bu halk, 70 yılı aşkın süredir sistematik Siyonist saldırganlığın kurbanıdır – Akdeniz’de bir denge sağlanması oldukça zor olacaktır. Ancak, gerek Avrupa ülkeleri gerekse diğer bazı Akdeniz ülkeleri bu meseleye duyarsızdır ve bunun yerine “İsrail’in güvenliği” adı altında geri çekilmeyi tercih etmektedir.

Bu nedenle, Akdeniz bölgesine yeni ve daha sağlam temeller üzerine dayanan bir merkezilik ve egemenlik kazandırılması gereklidir. Türkiye bağlamında, Avrupa’nın önyargılardan uzak, saygılı bir diyalog geliştirmesi gereklidir. Mevcut ideolojik kapanmışlık, Avrupa’nın kendi çıkarlarına da aykırı olan dar görüşlü bir tutum sergilemektedir.

Bölgedeki gelişmelere baktığınız zaman Türkiye’yi jeopolitik olarak nasıl günler bekliyor?

Türkiye’nin mevcut jeopolitik dönemin farkında olduğuna tamamen inanıyorum. Kısaca ifade etmek gerekirse, bu dönem, ABD’nin hâkimiyetinde tek kutuplu bir dünyadan – ABD’nin müttefikleri/tebaası olan özellikle Birleşik Krallık, Avrupa Birliği ve ideolojik/psikolojik baskının başlıca unsuru olan İsrail’in eşlik ettiği – daha dengeli ve farklılıklara saygılı çok kutuplu bir dünyaya geçişi temsil etmektedir.

Amerikan tarzı küreselleşme, tüm dünyaya sonsuz zarar vermiş, ancak finansal spekülasyonu ve birkaç kişinin çıkarlarını desteklemiştir. Küreselleşme, parçalanmayla eş anlamlıdır: Egemen ulus devletlerin – zorla ya da başka yöntemlerle – yok edilmesi, Amerikan tek kutuplu hâkimiyetini pekiştirmiştir. Akdeniz ve Ortadoğu’da bu durum, Siyonist tahakkümün küstah bir şekilde dayatılması şeklinde kendini göstermektedir. Suriye’deki son gelişmeler, bu durumu trajik bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Bu bağlamda, Türkiye’nin kilit bir rolü vardır. Türkiye, açık bir şekilde Suriye’nin egemenliğini – kim yönetirse yönetsin – desteklemeli ve halkları zayıflatan, ABD ve İsrail’in yararına olan bu sonsuz savaş durumuna karşı durmalıdır. 2012 ile 2016 yılları arasındaki Türk-Suriye çatışması, tüm Ortadoğu’ya kötü bir hizmet sunmuş ve Stratejik Derinlik doktrinini tamamen zıt bir yöne taşımıştır.

Öte yandan, Atlantikçilerin Türkiye’ye yönelik güvensizliği ve küçümsemesi sık sık gözlemlenmektedir. Fransız yazar Jean-François Colosimo, bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “Çin, Rusya, Türkiye, İran ve Hindistan, dünyayı paylaşmak istiyorlar ve Batı’ya karşı nefretle birleşmiş durumdalar”; hatta şöyle eklemiştir: “Dinlerin, imparatorlukların ve barbarlığın yeniden doğuşu aynı şeydir!” Benzer şekilde, Amerikalı entelektüel Steve Bannon, “üç ülkeyi – Türkiye, İran ve Çin – gerçek düşmanlar olarak hedef göstermiştir; bu ülkeler antik ve savaşçı uygarlıklardır ve Yahudi-Hristiyan kültürüne yabancıdırlar.”

Samuel Huntington’ın 1996’da sorduğu şu sorunun hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum:
“Türkiye kimliğini değiştirirse ne olur? Er ya da geç, Batı’ya katılmak için aşağılayıcı ve hayal kırıklığı yaratan dilenci rolünü terk edebilir ve çok daha prestijli bir tarihi rol olan İslam dünyasının başlıca muhatabı ve Batı’nın rakibi rolünü üstlenebilir.”

Aradan geçen yıllar boyunca Türkiye’nin BRICS gibi bir organizasyona katılma talebi, değişen dünyayı algıladığını ve bu değişime ayak uydurma gerekliliğini kavradığını gösteriyor.

İtalya’daki siyasi düşünce genellikle Machiavelli’ye atfedilir. Ülkenizde jeopolitik düşünce nasıl gelişiyor? Bu alanda hangi isimler ya da eğilimler öne çıkıyor?

Machiavelli, evet, gerçekten büyük bir öncüdür… Pek çok kişi onu sınırları zorlayan bir fırsatçı olarak hatırlasa da, o hiçbir zaman “Amaç, aracı haklı çıkarır” dememiştir. Aksine, soylu amaçların araçlardan üstün olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, dini törenlerin bozulmamasını ve daima saygı görmesini sağlamanın her devletin birinci önceliği olması gerektiğini yazmıştır.

İtalya’da jeopolitik disiplininin temellerini atan Ernesto Massi’yi hatırlatmak isterim. 1939 ile 1942 yılları arasında Giorgio Roletto ile birlikte Eğitim Bakanı Giuseppe Bottai’nin desteğiyle yayınlanan Geopolitica dergisini yönetmiştir. Massi, Akdeniz üzerine yazılarında şöyle der:
“Akdeniz birliği, doğal çevrenin özelliklerinde değil, Akdeniz insanının kararlı yaratıcı gücünde yatar; bu bir coğrafya değil, jeopolitik meseledir.”

Massi, savaş sonrası yıllarda on yıl süren haksız bir tasfiyeye uğramasına rağmen, 1980’lerde İtalya’da jeopolitik çalışmalarını yeniden canlandırmıştır. Ayrıca, geçen yüzyılın sonları ile günümüzün başları arasında Carlo Terracciano’nun, jeopolitik doktrini Avrasyacı bir bakış açısıyla geliştirdiğini, klasik jeopolitik eserleri derinlemesine incelediğini vurgulamak isterim.

Bunların yanı sıra, uluslararası politika alanında daha fazla etkisi olan Limes dergisinin başarılarını göz ardı etmeden, Claudio Mutti’nin yorulmak bilmeyen liderliği altında yirmi yıldır çalışmalarını sürdüren Eurasia – rivista di studi geopolitici dergisinin katkılarını belirtmek isterim. Bu dergi, dünya siyasetini çok kutuplu bir gerçeklik olarak yorumlayarak analizler sunuyor. Çalışmaları, bir “evren” yerine, farklı uygarlık ve kimliklere saygı duyan ve özgürleşme perspektifi sunan bir “çok evren” kavramına yöneliktir.

Leave A Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir