Usurokrasi-Abdassamed Clarke

Ezra Pound’a, Latince usura (faiz, tefecilik) ve Yunanca -kratia (güç, yönetim) eklerinden türettiği usurocracy (usurokrasi) kelimesini borçluyuz. Demokrasi, dêmosun — yani halkın — yönetimidir; usurokrasi ise faizin (tefeciliğin) yönetimi demektir. Burada yetkilendirilen herhangi bir fail değil, bir süreç söz konusudur. Bu süreç, bazılarını yükseltip bazılarını alçaltır ve bunu sürekli yaparak kaos üretir. Faiz hüküm sürer. Kaos hüküm sürer.

Aşağıda okuyacağınız metinde, “Paramızda bir sorun yok, mesele sadece kredi gibi şeylerdeki faiz oranlarıdır” şeklindeki eski, köhnemiş düşünceyi artık geride bırakmamız gerektiğini vurgulayacağım. Bu faiz oranları, asıl hedef olan “hiçbir şeyden para yaratma” adımına doğru sadece bir basamaktı. İlk safhalarında buna “kısmi rezerv bankacılığı” dendi. Kuyumcuların, kendisine emanet edilen altın ve gümüşe karşılık makbuz düzenleyip fon yöneticiliği yapması kabul edildiğinde, daha ilk günden elinde olmayan varlıklar için de makbuz yazabilmesi mümkün hale geldi ve böylece itibari para (fiat money) doğdu.

Her ne kadar tefecilik, Sümer ve Babil’deki ilk şehir devletlerine kadar uzansa da, günümüzdeki faizci düzen, Musevilik ile Hristiyanlığın uğursuz evliliğinden doğmuştur. Bu iki dinin mensupları birbirlerinden nefret eder, ama aralarında bir simbiyoz oluşmuş olup, karşılıklı nefretleri bu ilişkinin zayıf halkasıdır.

Tevrat’taki bir ayette Yahudilere, “kardeşin”den faiz (tefecilik) almaları yasaklanmış; ancak büyük ihtimalle kendilerinin tahrif ettiği ek ifadelere göre “başkası”ndan almaları serbest bırakılmıştır. “Öteki” düşmandı ve onlara karşı tefecilik bir silah olarak kullanılıyordu. Bu silah, sivil hayata salındığında ise iki taraf arasındaki sınırı aşıp kurtlar sofrası kabilinden bir toplum kurar; nitekim Prof. Benjamin Nelson’un benzersiz kitabının başlığında belirttiği gibi, “kabile kardeşliğini evrensel ötekiliğe” dönüştürür. Modern Batı yaşamındaki nihilizm ve yabancılaşmanın asıl kaynağı budur.

Öte yandan Hristiyanlar, en güçlü kozları olan ikiyüzlülüğe başvurdu; tefeciden nefret ettikleri halde ondan borç almaya devam ettiler. Böylece Katolikler için faiz (tefecilik) ölümcül bir günahtı, ama faiz oranları %250 veya daha fazla olabiliyordu. Katolik banker, ölümcül günah işlemeyi sürdürüyordu; ama Rönesans’ı finanse ederek vicdanını rahatlatıyordu. Oysa Katolik teolojisi, bankerden bu haksız kazancı bırakmasını ve iade etmesini gerektiriyordu. Peki neden yapsın ki, Vatikan hesabını yönetmek bir banker için en büyük ayrıcalıklardan biriydi?

Protestanlar, tefeciliği toptan ortadan kaldırmak istediler, ama “faiz oranlarını sınırlamak” şeklinde yarım tedbir uygulayarak ölümcül bir hata yaptılar. Calvin, belirli durumlarda %4’ün makbul olabileceğini söyledi; sonra VIII. Henry %10 dedi ve oranlar yüzyıllar boyunca yükselmeye devam etti. Bugün “payday loan” (kısa vadeli, yüksek faizli kredi) tefecileri %1000 ve üzeri faizleri rahatlıkla uygulayabiliyor ve ne utanıyorlar ne de yasal bir yaptırım korkusu taşıyorlar.

Bununla birlikte, “usurokrasi” kavramının kendi içinde bir tuzak vardır; çünkü birinin veya bir şeyin yönetimde olduğunu ima eder. Bu düşünce, o kişi değersiz de olsa, en azından bir karar alıcı varmış izlenimi verdiğinden insana bir tür rahatlık sağlar. Öyleyse o kişiyi ortadan kaldırırsak, belki daha iyi bir yol çizebiliriz diye düşünülür. Ama ya kimse aslında yönetmiyorsa, ortada ne bir plan, ne bir komplo varsa? Böylesi bir zamanı nasıl anlayacağız, hele ki onda nasıl bir rota çizeceğiz?

Öncelikle, normalde onurlu bir eylem olan katlanılmaz bir zulmü devirme, devrim yapma gibi yollar belki de artık mümkün değildir. Çünkü kimse gerçekten yönetmiyorsa, onu nasıl devirebilirsiniz? Tefecileri de deviremezsiniz; zira onlar da aslında yönetmiyorlar.

Yapılabilecek şey, tefecilikten (faizden) çekilmektir: Bireysel, aile düzeyinde, işletmeler olarak ve hatta uluslar olarak. Buna “ribadan vazgeçmek” denir. Allah buyurur: “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve eğer gerçekten iman ediyorsanız, faizden geriye kalanı bırakın.” (Bakara 2:278 mealen) Faiz suçu, faizle borç vereni, borç alanı, bunu kaydeden avukat ve muhasebecileri ve işleme şahitlik edenleri de kapsar. Bir bakıma, hepimiz bu suça şahitlik ediyoruz.

Hristiyanların hatası, borca faiz uygulamayı kınarken, işlemin diğer taraflarını – işlemin gerçekleşmesi için gereken unsurları – göz ardı etmiş olmalarıydı. Böylece onlara borç veren Yahudilerden nefret ettiler ama kendilerinin niçin onlardan borç aldığını hiç sorgulamadılar. Bu, Batı’daki antisemitizmin kökenlerinden biridir. Bazı Müslümanlar da benzer bir bakış açısını miras almış durumdadır: Bankalardan faizli borç almakta sakınca görmezler ama kendileri faizle borç vermek istemezler.

Peki ne yapmak gerek? Bu soruyu erken soruyoruz. Rivayete göre Peygamber Efendimiz (Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalben buğzetsin; işte bu imanın en zayıf derecesidir.” Gerçek şu ki, hadisin başından değil, sonundan başlamak zorundayız.

Kalp, duygu ve hislerin merkezi olarak, Allah’ın yasakladığı cinayet, hırsızlık ve elbette faiz gibi şeylere doğal bir tiksinti duyar. İslam fıtrat dinidir; kötülükten doğal olarak nefret ederiz, iyiliği severiz. Faize karşı duyulan bu tiksinti Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında da ortaktı.

Peki ne değişti? İlk olarak Reform ve Protestanların isteksizce de olsa sınırlı bir faizi kabul etmesi oldu. Ancak daha sonra gelişen “bilim” anlayışı, yalnızca faize değil; zina, fuhuş ve eşcinsellik gibi ahlaki meselelere de tamamen farklı bir bakış yerleştirdi.

Newton, mekaniğin yasalarını başarıyla ortaya koyduktan sonra, fark edilmeden kabul gören yanlış düşünce, evrenin ve insanın birer makine gibi matematiksel ve fiziksel yasalara göre işlediği anlayışıydı. Bütün bilim dalları, Newton’un başarısını taklit etmek için uğraştı; en çok da ekonomi. Böylece, tıpkı zinanın göreceleştirilmesi ve evliliğin fiilen ortadan kaybolmaya yüz tutması (bugün Batı toplumlarında bir erkeğin ve kadının evlenmeden önce birlikte olmasının normal kabul edilmesi hatta evlenmemenin de bir seçenek olması) gibi, faiz de ekonominin matematikselleştirilmesine dahil edilerek tanımları o kadar değiştirildi ki anlamsız hale geldi. Artık “normal faiz” ile “fahiş faiz” çizgisi nerede çekilir, kimse bilmiyor; bu kavram akıldan tamamen çıkmış durumda. Para yaratımı meselesi de yakın zamana kadar gözden ırak kaldı, yeni yeni gündeme geliyor.

Bu durum, kalbin doğal olarak iyiliğe duyduğu sevgi ve kötülüğe duyduğu nefreti terk edip yerine, mantık ve akıl yürütmeden oluşan önermeler toplamı olarak tanımlanan “entelekt”i koymanın sonucudur. Ancak böylesi süreçlerle her amaca ulaşmak da mümkündür.

“Sevgi” kelimesini hafife almamalı. Kur’an ve Sünnet’te en sık rastlanan kelimelerden biridir ve tam da bildiğimiz anlamıyla sevgiyi ifade eder. İslam meselesi sevgi etrafında döner: Allah ve Rasûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) duyulan sevgi; birlikte yüce bir mücadele veren erkeklerin birbirlerini sevişi; kadınların birbirlerini kardeşçe sevişi; erkek ve kadın arasındaki sevgi; ailede anne-baba, çocuklar, kardeşler arasındaki sevgi vb.

Bu sevgi doğal olarak, zalimce katliamlar (özellikle de son dönemde Gazze halkına yapılanlar), topraklarının ve mallarının gasbı gibi (aslında “hırsızlık” olan) haksızlıklara karşı gerçek bir nefretle dengelenir. Zulüm ve zalimleri sevmek mümkün değildir. Sevgide Allah’la sevmek, nefrette Allah’la nefret etmek gerekir.

Kalp, duygu ve hislerin yanı sıra “görme” işlevine sahip olan “akıl” (ʿaql) melekesinin de merkezidir. Allah, Hac Sûresi 22:46’da şöyle buyurur (mealen):

“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? Aslında gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör olur.”

Bu hayranlık uyandırıcı âyet iki aşamalı bir vurgu yapar: Önce kalbin yaptığı işin “akletme” olduğunu, bunun bir eylem olduğunu söyler; ardından da bu işlevi yerine getirmemenin körlük olduğunu açıklar. Akıl, salt mantık yürütme değil, “görme”dir.

Bizim yeniden görmeyi öğrenmemiz lazım. Zamanın küfründen etkilendik. Allah, “inandık” dedikleri halde aslında inanmayan bir gruptan söz ederken, “Kalplerinde bir perde vardır” buyurur. Dolayısıyla kalpteki asıl akıl işlevi, yani “görme”, elden alınmıştır. Geriye kalan, insanlar tarafından “akıl” diye adlandırılan, ama İslam Devleti, İslami finans ve İslam bankacılığı gibi henüz tam olarak irdelenmemiş veya anlaşılmamış kavramlar etrafında karmaşık yapılar kurabilen bir süreçtir.

Oysa kalpteki akıl, mantık yürütme süreçleri ve şer‘î ilimlerle desteklenirse, bu durumda ortaya çıkan sonuç, inkâr etmekte ısrar edenler dışında herkes için çürütülemez hale gelir.

İnsan kalpteki aklın gözüyle, akıl ve şer‘î bilimlerle güçlendirilmiş biçimde gördüğünde, hadisin ikinci aşaması olan “dil ile müdahale”ye geçebilir. Eğer böyle biri konuşursa, sözü etkili olur. İşte Allah’ın bizi çağırdığı konum budur. Zira yüce Allah, “Sizden hayra çağıran, hakkı emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun,” (Âl-i İmrân 3:104) diye buyurur. Buradaki “sizden” (Arapçada minkum) ifadesini, bazıları “Bu işi üstlenen Müslümanlardan bir grup olmalı” şeklinde, bazılarıysa “Biz ümmet olarak böyle olmalıyız” şeklinde yorumlamıştır.

Böylece bu sözlü müdahale üçlü bir görevi kapsar: İyiliğe (ya da en iyiye) çağırmak, doğruyu emretmek ve yanlıştan sakındırmak. Allah Teâlâ, bu emrin muhatabını sınırlamadığı için, bunu sadece Müslümanların kendi aralarında yapacağı bir görev olarak görmek de doğru olmaz. Bu, hem insanlık içinde hem de kendi aramızda nasıl olmamız gerektiğini ifade eder.

Topluluğumuza Fransız Devrimi değerleriyle girmiş bazı anlayışların aksine, bu konuşma öfkeli ve suçlayıcı tonda (“iktidara gerçeği haykırmak” diye yanlış kullanılan) değil; edep ve hikmetle yapılmalıdır. Allah şöyle buyurur: “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl 16:125) Yine yüce Allah, Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) hitaben, “De ki: ‘İşte benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar, basiretle Allah’a çağırırız.’” (Yûsuf 12:108) buyurur.

Bu özellikle, otorite konumunda olan — yani -ocracy ekiyle tanımlanan — kimselere hitap ederken önemlidir. Allah (c.c.), Mûsâ ve Hârûn’a (aleyhimesselam), “Firavun’a yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alır veya korkar,” (Tâhâ 20:44 mealen) diye buyurmuştur. İnsanların, “Ben sizin en yüce Rabbinizim,” diyen Firavun kadar kötüsünü görmediği açıktır. Elbette emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapacak herhangi biri de, Mûsâ ve Hârûn’un (aleyhimesselam) ulaşamadığı yüceliklere ulaşamaz. Öyleyse bu görevi üstlenen herkes, otorite sahibi insanlara ve topluma “yumuşak sözlerle” hitap etmelidir. Bu edepten bir sebep de, o makamın sorumluluğunu üstlenmeyenlerin, o konumdaki kişilerin ne zorluklar yaşadığını bilememesidir. Toplumu oluşturan pek çok farklı kesimin yanı sıra, günümüzün dünya siyasetindeki konfigürasyonu da hesaba katmak zorundadırlar.

Bununla beraber, otorite sahibi kişilerin dini ilerletme kabiliyeti büyük önem taşır. Ünlü bir söz vardır: “Allah, yönetici eliyle önlediğini Kur’an’la önlemez.” Bu söz, isnadı tam sabit olmasa da Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) atfedilir; ayrıca Hz. Ömer, Hz. Osman ve Ömer bin Abdülaziz’e nispet edilir. Derin bir gerçeğe işaret eder.

Buradan tekrar konumuza, usurokrasiye dönelim. Eğer kaosun hâkim olduğu bir usurokrasi istemiyorsak, nasıl bir yönetim (krasi) istiyoruz? Demokrasi değil; çünkü Platon, Aristo ve Polybius’tan beri bilindiği üzere, demokrasiler genellikle zengin ve sıkça da tefeci olan oligarşilerin faaliyetlerini gizleyen bir perdedir. Yine de fikir söyleme ve eylem yapma imkânı tanıdığı için demokrasiye nankörlük etmiyoruz. Aynı şekilde, tek bir kişinin diktasını, yani otokrasiyi de istemiyoruz.

Otorite sahibi kişi, kendi keyfini değil, Allah’ın nomosunu (hükmünü) ve toplumda adaleti gerçekleştirmelidir. Bunun için de modern anlamda bir kurum değil, tepeden tırnağa Müslüman topluma nüfuz etmiş “karşılıklı danışma” (şûrâ) ahlâkı gereklidir.

Çünkü yönetici, kargaşa değil düzen getirmekle yükümlüdür ve bu da bilgi gerektirir. Bu yüzden kadınlar dahil olmak üzere belli alanlarda uzman kişiler, diplomatlar, askerî stratejistler, ticaret işleri için tüccarlar, fakihler ve pratik bilgisi olan diğer insanların danışmasına ihtiyaç duyar.

Burada önemli bir husus, bu kişilerin bağımsızlığıdır. Eğer danışmanlar, yöneticinin veya devletin maaşlı görevlileri ise, verecekleri öğütlerde bağımsız olamazlar. Dolayısıyla bu kişiler ya kendi geçimlerini sağlayacak bağımsızlığa sahip olmalı (Timbuktu’daki Mâlikî fakihlerinin tüccar olup kendi servetlerini kazanmaları gibi) ya da her zaman Müslüman toplumun belkemiği olmuş, bugünkü anlamda “Vakıflar Bakanlığı”ndan çok farklı yapıda olan vakıf müesseseleriyle desteklenmelidirler.

Otorite sahibi biri, pazar yerinde faizi zorla engelleyebilir; bu, bireysel olarak çok daha zordur. Öte yandan, bundan olumlu bir sonuç da çıkarabiliriz: Otorite, pazar yerini kurup vakıf haline getirebilir, sağlam para basabilir ve bireyin tek başına yapamayacağı başka işleri gerçekleştirebilir. Bu pozitif adımlar, salt faizi durdurma çabasından çok daha ötede bir güçtür ve sadece faizi yasaklamak, başka önlemler alınmadan etkili olmayabilir. Dahası, “otorite sahibi” dediğimiz kişi, yerel bir belediye başkanı da olabilir; hatta ulus devlet liderlerinden daha özgür ve daha gerçek bir güce sahip olmaları mümkündür. Yerel düzeyde, çelişkili gibi görünse de, bazen ulusal siyasetçiden daha bağımsız hareket alanı bulunur.

Bu, sadece yasaklayıcı olmaktan öte, büyük bir güçtür. Otorite sahibi kişi, namazın kılınmasını sağlamak için imam ve müezzin atamak, cami inşa etmek ve bunları destekleyecek vakıf tahsis etmekle sorumludur. Zekât memurları atayarak zekâtı toplamak, özellikle varlıklı ve çok zenginlerden almakla da yükümlüdür — günümüzdeki gibi, genelde mütevazı imkânlara sahip insanların gönüllü bağışladığı bir hayır işi şeklinde değil. Yine İslam’ın nomosunu (hukukunu) uygulamaktan anlayan kadılar atamalı; insanların ailevi ve ticari meselelerindeki anlaşmazlıkları çözecek hakemler görevlendirmeli ve özellikle çarşı-pazarda her türlü adaletsizliği engelleyecek muhtesipleri tayin etmelidir.

Ekonomist ve tarihçi Michael Hudson, antik tarihte ve o dönemdeki tefeciliğin yükselişinde uzmanlaşmıştır. Antik dünyada tefeciliğin zararlı etkilerinin, ticaret sınıfını egemenlik altına alan otokrat yöneticilerin zaman zaman borçları silmesiyle bir nebze hafifletildiğini ortaya koyar. Ancak Yunanlarla başlayan demokratik devirde ticaret sınıfı ve tefecilik kontrolden kurtulmuş; günümüzde “serbest piyasa” artık sermayenin ve tefeciliğin sınır tanımadığı bir yapı şeklinde tanımlanır olmuştur. Oysa “serbest piyasa”, yüksek finans dışındakiler için pek de serbest sayılmaz.

Bana öyle geliyor ki, Allah en iyisini bilir, bir çağ sona eriyor: Gazze’deki soykırımı ya dehşetle izleyen ya da aldırmayan veya üzülen ama her durumda hiçbir şey yapamayan bir dünyayı doğuran, soğuk, psikopatik, bilimcilik (scientism) anlayışına dayalı çağ tükeniyor.

Benzer şekilde, “Müslüman modernizmi” dönemi de sona eriyor; çünkü elinden geleni yaptı: Bugün ulus-devletler formuna mahkûm, çağın faizli düzenine ve “büyük güç” oyunlarına mecbur kalan birkaç devlet kurmaktan öte gidemedi. “Titanik” modeli ulus-devletler, gerektiğinde birbirlerinden yalıtılabilen, abluka altına alınabilen ve cezalandırılabilen yapılardır.

Abdalhaqq Bewley, Endonezya’dan Senegal’e kadar uzanan coğrafyada ortak bir İslam anlayışı etrafında gevşek yapılı bir Müslüman devletler federasyonu önerir. Bu federasyon, faize dayanmayan bir ekonominin ana unsurlarından biri olan altın dinar ve gümüş dirhemi ortak para birimi olarak basabilir. Dünyanın her tarafında açık pazarları yeniden kurabilir. Bu da Kur’an’da “vasat ümmet” olarak tanımlanan Müslümanların (Bakara 2:143) konumuna dayanır ve “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân 3:110) sözünün inşallah gerçekleşmesine vesile olabilir.

Bu bağlamda geleceğin görevi, önce entelektüel ve felsefi açıdan, modern devleti ve bankayı “sökmek”tir (tasfiye etmek, demonte etmek). Bu, fiili uygulamadan önce mutlaka yapılması gereken bir iştir. Bunun sebebi, teorinin eylemden önce gelmesi gerektiğine inanmamız değil, tam aksine, ortada gizli ya da örtülü bir “teori” zaten vardır ve bu teori tıpkı bir nükleer santrali kapatırken gösterilen ihtimamla dikkatlice sökülmelidir. Kelam ilminde (yani akaid üzerine çalışan ilimde) selbiyya (olumsuzlama) diye anılan ilk adımlardaki gibi; Allah’a asla yakıştırılamayacak sıfatları teker teker reddetmeyi andıran bir yaklaşımdır bu. Conan Doyle’un sözünde geçtiği gibi: “İmkânsız olanı saf dışı bırakırsan, geriye kalan -her ne kadar akıl almaz görünse de- mutlaka gerçeğin kendisidir.”

Kapitalizm ve Batı’yla ilişkimizde üç evreden geçtik: Birincisi, silah zoruyla veya gönüllü içselleştirme yoluyla topyekûn teslim olmak. İkincisi, toplumlarımızın bir kısmının canlanması ve bilgi geleneğimize, değerlerimize yeniden sahip çıkılmasıyla ortaya çıkan “iki kültürün de en iyisini alıp yeni bir sentez yapalım” tezi. Bunun ideali, geleneksel eğitimli bir âlimin Harvard, Oxford veya Stanford’dan doktorası olmasıydı. Ancak niyet “en yüksek ortak payda” olsa da çoğu kez sonuç “en düşük ortak payda”da kaldı.

Batı düşüncesinin en üst mertebelerinden biri Martin Heidegger’dir. O ve başka birçok düşünür, Batı düşüncesinin, antik Yunan’dan beri süregelen felsefe, metafizik, bilim ve siyaset —özellikle devlet fikri— temelindeki tehlikeli gidişatına uyandı. Tam kabul ile tam ret arasındaki iki uçurum arasında dengede durarak ve önce Almanca Gelassenheit (dinginlik, sükûnet) kavramını öneren Heidegger, sonra daha incelikli bir duruşa geçti. Şöyle yazar: “Özellikle biz modernler, ancak aynı anda unutarak öğrenebiliriz. Konumuza uygularsak: Düşünmeyi ancak, düşünmenin geleneksel biçimini kökten unutarak öğrenebiliriz. Bunu yapmak için de aynı anda onu tanımamız gerekir.” (What is Called Thinking)

Bize gereken de tam olarak budur. Weber, Hobbes ve Leo Strauss’tan sadece alıntılar yapmak değil; Müslümanlar ve tüm insanlık adına ileriye doğru bir adım atabilmek için öğrenme/unutma sürecini başlatmaktır.

Devlet ve bankanın entelektüel ve felsefî düzeyde sorgulanması, en azından onları doğru şekilde kavramak açısından, insanlık için önem taşımaktadır. Demokrasi, adı halkın iradesini yansıtır gibi görünse de, zaman zaman faiz odaklı bir sistemi besleyerek halkın (dêmos) çıkarlarına aykırı davranabilir. Yine de, bu konuları özgürce tartışabilme imkânına sahip olduğumuz demokratik toplumlardaki düşünce özgürlüğüne elbette minnettarız. Bununla birlikte, meseleyi derinlemesine ele almak, Şeyh Dr. Abdalqadir as-Sufi’nin veciz ifadesiyle, “din anlayışını ruhban sınıfı ve kilise olmaksızın; ticareti faizsiz; ve yönetimi devletsiz biçimde” tasavvur edebilmeyi de mümkün kılabilir. Bu perspektifi anlamak ve geliştirmek ise, geleceğin İslam düşüncesi için önemli bir sorumluluk olarak görülebilir.

1 Comment Usurokrasi-Abdassamed Clarke

  1. Pingback: Usurocracy – Bookwright

Leave A Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir