Nietzsche, felsefe tarihinde önemli bir kırılma noktasını temsil ediyor. Bugün her yerde karşımıza çıkan aforizmalarıyla popüler bir figüre dönüşmüş durumda. Yaşadığı dönemde ve sonrasında pek çok düşünce akımını etkileyen Nietzsche, Muhafazakâr Devrimcilik için temel referans kaynaklarından biri olmayı sürdürüyor. Biz de Nietzsche’nin bu etkisini Bologna Üniversitesi’nden Carlo Gentili ile konuştuk.
Nietzsche, artık klişe haline gelmiş bazı aforizmalarıyla tanınır. Bu yüzeysel okumaları bir kenara bırakırsak, onun felsefesini gerçekten anlamak için hangi temel eksenlere odaklanmalıyız?

Nietzsche felsefesinin yorumlanması farklı dönemler ve konular görmüştür. Onun düşüncesini ilk benimseyenler müzisyenler (R. Strauss, Mahler), romancılar (D’Annunzio, Th. Mann), şairler (S. George) ve ressamlar (“Die Brücke” dışavurumcu grubu) oldu. Ancak geçen yüzyılın otuzlu yıllarından itibaren, Jaspers, Löwith ve Heidegger’in büyük yorumlarıyla, Nietzsche tam anlamıyla bir filozof olarak görülmeye başlandı; fakat bu, kendisinin fiilen hiç yazmadığı eseri olan: Der Wille zur Macht (İktidar İstenci)’ne atıfla gerçekleşti. Altmışlı yıllardan itibaren, başta Fransızlar (Granier, Deleuze, Foucault vb.) sayesinde, Nietzsche özellikle bir “ahlak” filozofu olarak, elbette ahlak eleştirmeni anlamında yorumlanmaya başlandı. Buna, kendisinin sık sık kendisi için kullandığı “immoralist” ve “ahlakın yıkıcısı” gibi tanımlamalar da katkıda bulundu. Aslında, bu yıkım kökenlerini, Nietzsche’nin büyük bir tutumlulukla da olsa, “perspektivizm” terimiyle tanımladığı yeni bir bilgi anlayışında buluyordu.
Bu yeni anlayış, fiilen, Kant’ın gerçekleştirdiği bilginin fenomenik doğasının tanınmasının radikalleşmesidir. İnsanca, Pek İnsanca (1878) adlı eserinin ikinci baskısının (1886) Önsözü’nde Nietzsche şunları belirtir: “Her değer yargısında perspektife ait olanı anlamayı öğrenmeliydin: Ufukların yer değiştirmesi, çarpıtılması ve görünürdeki teleolojisi ve perspektifin bir parçası olan her şey.” Bununla, ahlaki değerlerin göreliliğinin, bilişsel ufkun sınırlılığından kaynaklandığını kabul eder. Bu ahlak ve bilgi arasındaki ilişki, İyinin ve Kötünün Ötesinde adlı eserinin 108’inde mükemmel bir şekilde ifade edilmiştir: “Hiçbir ahlaki fenomen yoktur, sadece fenomenlerin ahlaki bir yorumu vardır.” Bilgi filozofu ve radikalleşmiş bir Kant’ın mirasçısı olan bu Nietzsche’nin, bugün Nietzsche felsefesinin en canlı ve aynı zamanda en çok incelenen yönünü temsil ettiği söylenebilir.
Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” ve “nihilizm” kavramları, Batı düşünce tarihindeki hangi kırılmaya atıfta bulunmaktadır?

“Tanrı’nın ölümü” kavramı felsefi tartışmaya Nietzsche ile girmiş değildir; arkasında önemli bir tarih barındırır. Zaten Luther’in bazı teolojik yazılarında mevcuttur ve burada Mesih’in kişiliğinde bedenleşmiş Tanrı’nın ölümü olarak anlaşılır. Ancak bu fikir, tam olarak Hegel ile (İnanç ve Bilgi‘de (1802) ve Tinin Fenomenolojisi‘nde (1807) bahsedilmiştir) felsefi bir yurttaşlık kazanır. Nihilizm de, en azından terim olarak, Nietzsche’nin bir icadı değildir. Felsefi bağlamda ilk olarak Friedrich Jacobi’nin Fichte’ye yazdığı mektupla (1799) ortaya çıkar; bu mektupta Jacobi, idealist felsefeyi, Tanrı inancının duyusal kanıtını kavram içinde eritmekle suçlar ve bu nedenle idealizmi bir bütün olarak, “aşağılayıcı bir şekilde”, nihilizm olarak tanımlar. Daha sonra, Karl Ferdinand Gutzkow, Die Nihilisten (1854) adlı hikayesiyle terime edebi ve politik bir anlam verir ve 1848 Devrimi’nden hayal kırıklığına uğrayan burjuvazinin sesi olur. Turgenyev, Babalar ve Oğullar (1862) adlı romanında ondan esinlenmiştir. Hem Gutzkow hem de Turgenyev, Nietzsche tarafından iyi biliniyordu. Ancak Nietzsche için, konuyu aşırı bir şekilde özetlemek gerekirse, nihilizm, Hristiyanlığın tarihsel gelişiminin bir biçimidir. Esasen bir ahlak felsefesi olan Hristiyanlık, Tanrı’nın varlığı “yalanını” çok uzun süre sürdüremezdi. Ölümünden sonra yayımlanan Avrupa Nihilizmi (1887) adlı yazısında Nietzsche, yine de Hristiyanlığa, insanı “birinci” nihilizmden, yani yaşamanın boşluğunu ve anlamsızlığını keşfetmekten kurtarma erdemini tanır. Ancak, birincil görevini başarıyla tamamlayan Hristiyanlık, hiçliğin doğasını kendi kendisine yöneltmeye mahkumdur.
Nihilizm eleştirisi ve yeni değerler yaratma çağrısı, 20. yüzyılın başlarında “Muhafazakar Devrim” düşüncesini nasıl etkilemiştir?

Muhafazakar devrim, tarihsel bir etiket ve kategori olarak, ancak 1950 yılında Armin Mohler’in Karl Jaspers’ın da aralarında bulunduğu bir grup danışman eşliğinde yazdığı teziyle ortaya çıktı. Aslında, bu tek bir siyasi-kültürel hareket değildi. Mohler, bu terimle birbirinden çok uzak olan bir dizi ulusal-muhafazakar eğilimi ve yazarı bir araya getirdi. Oswald Spengler’den Ernst ve Georg Friedrich Jünger’e kadar, genellikle bu akımın temsilcileri olarak gösterilen en prestijli isimler, aslında daha çok destekçileri veya sempatizanlarıydı. Bu akımın ürettiği en önemli eser, Arthur Moeller van der Bruck’un Das dritte Reich (1923) adlı eseri olarak kabul edilebilir. Bu yazarın eserlerinde sürekli olarak görülen bir özellik, sanat ve stil kavramı aracılığıyla gelenekle bir süreklilik arayışıdır. Burada Nietzsche’nin varlığının izlerini görmek mümkündür. Onun bahsettiği Drittes Reich, gelecekteki Nasyonal Sosyalist devletle hiçbir ilgisi yoktur, ancak Almanya’da geniş bir takipçi kitlesi bulan ve Lessing’in Erziehung des Menschengeschlechts (1777-1780) adlı eserinde Aydınlanma dönemi yorumuna konu olan İtalyan mistik Gioacchino da Fiore’nin kehanetine bir göndermedir.
Armin Mohler’in Nietzsche’yi “muhafazakar devrimin peygamberi” olarak tanımlayan yorumunu nasıl değerlendirmeliyiz? Bu tanım, Nietzsche’nin gerçek düşüncesiyle ne ölçüde örtüşüyor ve ne ölçüde onun ölümünden sonra yapılan yorumlar olarak onu aşıyor?

Muhafazakâr devrimcilerin, çoğu zaman senkretik diletantizmle karakterize edilen hırslarının ötesinde, bir özgünlük ifadesi kesinlikle Kültür ve Medeniyet arasındaki ayrımla belirlenebilecek bir kültürel ufkun tanımlanmasıydı. Nietzsche, şüphesiz, bunun peygamberinden çok ilham vereniydi ve bu ayrım, Thomas Mann’ın Betrachtungen eines Unpolitischen (Siyaset Dışı Bir Adamın Gözlemleri, 1918) adlı eserinde iyi bilinen bir yorum buldu.
Öte yandan, daha önce de belirtildiği gibi, Muhafazakâr Devrim etiketi yalnızca ölümden sonra (postumo) ortaya çıkmış olsa da, bu formül zaten Hugo von Hofmannsthal tarafından 1927’de Münih Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada kullanılmıştı: “Bahsettiğim süreç, Avrupa tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir muhafazakâr devrimden başka bir şey değildir.” Amacı, tüm ulusun katılabileceği bir biçim, yeni bir Alman gerçekliğidir. Thomas Mann’ın Zauberberg (Büyülü Dağ, 1924) adlı eserinde Leo Naphta karakterini “korumacılığın bir devrimcisi” olarak tanımladığı da hatırlanmalıdır. Bu kültürel ufukların işaret edilmesinde, Nietzsche’nin mirası şüphesiz canlılığını korumaktadır.
