Abdulhakim Murad (T. J. Winter) ihtida etmiş Batılılar için önemli bir akademisyen ve düşünür. Cambridge Üniversitesi’nde ilahiyata ilişkin dersler vermesinin yanı sıra Cambridge Muslim College’ın da dekanı. Yaşayan En Etkili 500 Müslüman arasında da gösterilen Murad, yaklaşık dört sene evvel “Deen Intensive Rıhla 2014” programı için Konya’ya geldi. Ben de bu haberi alır almaz, tamamen amatör bir ruhla ve büyük bir heyecanla İzmir’den Konya’ya doğru yola çıktım. Abdulhakim Murad ile kısa da olsa görüşmemizin neticesinde bu röportaj ortaya çıktı.
Müslüman bir İngiliz olarak İngiltere’deki Müslümanların geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz? İngiltere’deki Müslümanlar sizce nasıl bir duruş sergiliyorlar ve hangi yöne doğru bir değişim kaydediyorlar? Sizce Müslümanlar, İngiltere’ye hangi açılardan katkıda bulunabilirler?
İngiliz Müslüman toplumunun geleceği açısından kimsenin bir şey söylemesi mümkün değil çünkü dünyanın hâlihazırdaki durumu o kadar tahmin edilemez ki beş yıllık bir zaman dilimi için tahminde bulunmak, beş yıl sonra dünyanın neye benzeyeceğine dair bir görüş bildirmek çok zor. Dünyadaki bütün topluluklar çok hızlı bir şekilde değişiyor.
Ekolojik kriz, mali sistemin istikrarsızlığı, toplumun temel birimlerinin çöküşü… Tüm bunlar insan ve toplum ilişkilerinde çok temel konularda değişikliklerin yaşanmasına sebep oluyor.
Dolayısıyla bir şeylerin nasıl ve ne şekilde değişeceğini söylemek imkânsız. Yani, İngiliz Müslüman topluluğunun geleceği, toplumu geniş anlamda etkileyen her şeyden, özellikle de kültürlerarası geçişkenlik, farklı kültürlere adapte olma, muhalefet etme, radikalleşme ve ihtida etme gibi konulardan etkilenecektir. Zaten bu saydığım durumlar hâlihazırda toplumda var olan farklı kesimler arasındaki dinamik ilişkiden de etkilenecektir. Önlenemez bir hızla değişen Batı dünyasının sosyal hakikati budur. Hâl buyken geleceğe dair kehanetlerde bulunmak pek de akıllıca olmayacaktır. Eğer bugünkü durum hakkında illa bir şey söylemek gerekiyorsa, 10-20 yıl öncesinde dünyanın bugünkü durumunun tahayyül edilmesinin tamamen imkânsız olduğu söylenebilir bir tek. Bundan dolayı gelecek hakkında varsayımda bulunmak bizim tahminlerimizi aşan bir hareket olur.
Bir grup insan tarafından çokça eleştiri toplayan “Happy Muslim” isimli videoda sizin de yer aldığınızı gördük. Dolayısıyla size de pek çok eleştiri yöneltildi. Gayrimüslim topluluklara kendinizi sevdirmeye çalıştığınız bile iddia edildi. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?
Videonun yapılış amacına gelirsek, asıl niyetin Müslüman İngiliz gençliğinin bazı yönlerini yansıtmak olduğunu söyleyebiliriz. Video meselesi esasen Müslüman topluluk içerisinde hâlihazırda var olan tartışmaları tekrardan gündeme taşımıştır. Videoda hiçbir şeriat kanunu çiğnenmemiştir. Videonun yapılış amacına gelirsek, asıl niyetin Müslüman İngiliz gençliğinin bazı yönlerini yansıtmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu gençler de dünyanın her yerinde olduğu gibi gençlik heyecanıyla dolular. Videoyu da bunu göstermek amacıyla çekiyorlar, bunu aşan başka bir gündemleri de yok.
İmam Gazali ile ilgili belgesel filmde başyapımcı olduğunuzu gördük. İslam’a göre sinemanın modern zamanlardaki yeri nedir? İslam için yaratabileceği fırsatlar nelerdir? İzlememizi tavsiye ettiğiniz filmler konusunda bize fikir verebilir misiniz? Sinema hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Dinin sinemadaki rolünün çetrefilli olduğunu düşünüyorum. Sinema esas olarak modern dönemde ortaya çıkmış bir sanattır, klasik değildir yani. Ayrıca 20. yüzyılın başında hümanistik dönüşümün yaşandığı dönemlere denk gelir sinemanın gelişmesi.
Batılılar insanın bu dünyadaki konumunu dramatik bir çerçevede ele almışlardır.Kieslowski ve Tarkovsky, iki boyutlu ekranın metafizik bir özellik kazanması için çeşitli yollar aramışlardır. Ama gel gör ki temsilî olmayan bir anlatım tarzı benimseyen İslam medeniyeti bağlamında konuşursak sinema hâlâ bazılarınca tam anlamıyla kabul gören bir sanat değildir. Bizler mukaddes olanı evvela geometri, soyutlama, mimari ve müzik ile sembolleştirmişiz. Bunlara başvurmadan sureti ya da insanı kullanmak bizim önceliğimiz olmamıştır.
Mecid Mecidi ve birçok İranlı yapımcı, ekranda kutsallık kavramını yansıtmaya niyetlenseler de sinema sanatının dinin hizmetinde kullanılma ihtimali bu gün hâlâ birçoklarının kafasını karıştıran bir konu. Sinemanın bizim medeniyetimizin normlarına ve uygulamalarına ne derece uygun olduğunun üzerinde düşünmek gerekir.
Son zamanlarda dinlerarası diyalog epey gündemde. Sizce dinlerarası diyaloğun sınırları nelerdir?
Dinî anlamda diyalog içerisinde olmak Müslümanlar için sorun teşkil etmez çünkü Kur’an-ı Kerim’de Ankebut suresinin 46. ayetinde ve daha birçok ayette Peygamber Efendimiz aleyhisselamın ehli kitap ile ilişkide olduğu anlatılıyor.
Biz Medine’de Peygamber aleyhisselamın Yahudiler ile iletişimde olduğunu da biliyoruz. Ayrıca pek çok Hristiyan temsilcilerle ve Necran kabilesi ile müzakere ettiklerinden de haberdarız. Bu anlamda bakarsak şer’i açıdan ehli kitap ile ilişki kurmak herhangi bir sorun teşkil etmiyor. Ancak niyetler farklı farklı olabilir.
Biz Medine’de Peygamber aleyhisselamın Yahudiler ile iletişimde olduğunu da biliyoruz. Ayrıca pek çok Hristiyan temsilcilerle ve Necran kabilesi ile müzakere ettiklerinden de haberdarız. Bu anlamda bakarsak şer’i açıdan ehli kitap ile ilişki kurmak herhangi bir sorun teşkil etmiyor. Ancak niyetler farklı farklı olabilir.
Mesela birisi sosyal kalkınma, marjinalleşme, çevre, mali sistemdeki krizler ve çalışma ahlakı gibi konularda ortak ilgi alanlarını keşfetmek amacıyla ehli kitapla iletişim hâlinde olmaya niyetlenebilir, zira diğer dinlerde de bahsi çokça geçen bu ve benzeri konularda fikir alışverişinde bulunmak dinlerin bu konulardaki görüşlerini de zenginleştirir.
Farklı olarak, bazen buradaki niyet daha klasik bir şekilde, hakikati arama yolunda bizimle aynı görüşü paylaşmayan kişilerle konuşarak onlarla düşüncelerimizi paylaşmak olabilir. Ancak bunu yaparken saygı en önemli noktalardan biridir, çünkü karşımızdakine saygıyla yaklaşmadığımız müddetçe karşımızdakiyle fikir alışverişinde bulunmayı bekleyemeyiz.
Bu sadece Yahudiler, Hristiyanlar, hatta gayrimüslimlerin tümü için geçerli değildir, aynı zamanda bizimle aynı fikirde olmayan Müslümanlarla konuşurken de aynı hassasiyetleri gözetmek durumundayız.
İlm-i kelam örneğin, Mutezile ve başka pek çok grupla olan ilmî tartışmalardan ortaya çıkmış bir bilim dalıdır. Tamamen karşı fikirde olduğun biriyle olan münazaradan doğan entelektüel sistemler çok sağlam olurlar. İslam medeniyeti bu anlamda çok güçlüdür.
Dünyanın farklı yerlerine, Müslüman ve gayrimüslim ülkelere seyahat ediyorsunuz. Birçok farklı toplum üzerinde gözlem yapma şansınız var. Aynı zamanda hem medrese eğitimi hem de modern eğitim almışsınız. Müslüman dünyadaki eğitim hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kökeni dine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan Aydınlanma’ya dayanan yükseköğrenim yaklaşımına karşı inananların benimseyebilecekleri pek çok tutum var. Modern üniversite Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’ne dayanmaktadır.
Napolyon Savaşları’nın olduğu dönemde üniversitenin kilise ve dinî eğitim ile bağlarının tamamen koparılması isteniyordu, sadece bilimsel olarak kanıtlanması mümkün konuların eğitimini verme yönünde kasıtlı teşebbüsler vardı.
Yani bugünün dünyasında dindar bir mütefekkirin karşılaştığı en büyük zorluklardan biri, modern skolastik düşüncenin söylemsel dünyasında dinin ne derece kendisine bir yer bulabileceğidir. Şunu da söylemekte fayda var, günümüzde bu derece bir kutuplaşma yok.
Özellikle Anglosakson üniversite geleneğinde, Birleşik Devletler’deki üniversitelerin veya Fransa’dakilerin aksine, teolojiye belirli bir alan ayrılıyor. Köklü üniversiteler bünyesinde teoloji fakültelerimiz var, şahsen ben de böyle bir enstitüde çalışıyorum.
Yani yıllar içinde, Anglosakson geleneği başta olmak üzere, dinî söylem ve din araştırmaları, din fenomenolojisi ile kökenleri Humboldt devrimine dayanan diğer seküler fenomenolojik yaklaşımların arasında tutarlı ve dengeli bir gelişme kaydedilmiştir.
Ortadoğu ve genel olarak ümmetin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Malumunuz Arap Baharı’ndan bu yana Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde süregelen bir savaş hâli var…
Siyasi otoriteye karşı silahlı bir çatışmaya katılmamak Sünni ulemanın olağan davranışıdır. Yani bir anlamda, bu toplumlar Sünni ulemanın geleneksel tavırdan uzaklaşmasının ve bu tarihî mirası reddetmesinin kurbanlarıdırlar.
Siyasi otoriteye karşı silahlı bir çatışmaya katılmamak Sünni ulemanın olağan davranışıdır. Yani bir anlamda, bu toplumlar Sünni ulemanın geleneksel tavırdan uzaklaşmasının ve bu tarihî mirası reddetmesinin kurbanlarıdırlar.
Esasında, Arap Baharı olarak adlandırılan vakıanın trajedisi Selefi ya da Vehhabi gruplar tarafından domine edilmesi ve bozulması. Mesela Suriye devriminden söz edecek olursak, rejim kendisini başarılı bir şekilde el-Kaide’den ya da DEAŞ’tan koruyacak yegâne unsur olarak lanse etmeseydi belki de Suriye halkı başarılı olacaktı.
Aynı şeyi Libya ve diğer ülkeler için de söyleyebiliriz. Ne yazık ki bu mevzubahis gruplar daha iyi bir yönetim, daha insanca yaşam şartları gibi koşullar doğurabilecek durumları tam tersine çevirmişlerdir. Tabii bu arada şunu da söylemekte fayda var: Ehl-i Sünnet uleması tarih boyunca ayaklanmalara ve devrimlere katılmamışlardır.
Erken dönemde Müslümanları üç gruba ayırabiliriz: Hariciler, Şia ve Sünniler. Hariciler ve Şiiler yozlaşmış olduğunu düşündükleri yöneticilere karşı çeşitli şekillerde ayaklanmışlardır ancak Sünniler her zaman uzlaşma arayan taraf olmuştur.
Yani, hâlihazırdaki siyasi otoriteye karşı silahlı bir çatışmaya katılmamak Sünni ulemanın olağan davranışıdır. Yani bir anlamda, bu toplumlar Sünni ulemanın geleneksel tavırdan uzaklaşmasının ve bu tarihî mirası reddetmesinin kurbanlarıdırlar.
*Bu röportaj Nihayet Dergisi 2019 Şubat 50. sayıda yayınlanmış olup Dilara Yabul tarafından çevrilmiştir.