Bülent Tokgöz: İrancılık Türkiye’de iyi kazandıran bir meslektir

Bülent Tokgöz’ü Cihadın Mahrem Hikayesi kitabıyla tanıdım. Kitabı eşsiz kılan şey bir mücahidin gözüyle bize hikayeyi içeriden tüm çıplağıyla ile anlatmasıydı.  Kendisinin 15 kitabı var. Büyük Oyundan Dersler 5.ciltlik serisinde ele aldığı konular İslam coğrafyasında olup bitenlere dair orijinal yaklaşım ve konuları alıyor. İsrail-İran geriliminden sonra tekrar gündeme gelen İran ve yayılmacılığı üzerine konuştuk.

Cihadın Mahrem Hikayesi kitabınız dünya üzerindeki cihad hareketlerini hem de arka planda psikolojik dinamikleri anlamak adına çok önemli bir eser. Kitapta Bosna Savaşı günlerinde İran’ın orada yayılmacılığını okuyunca şaşırmıştım. Savaşın o yönünden çok bahseden yoktu. İran cihad bölgelerinde ne yapıyor, neyi amaçlıyor?

Bosna uzak bir yer; atalarımız için çok daha uzaktı, yolu meşakkatliydi, bir gezi için bile olsa çetin bir ıraklıktaydı. Günümüz teknolojisiyle dahi uzundu yolu. İran için daha da uzaktı. Coğrafî olarak bu zaten böyleydi, tarihî ve kültürel olarak da böyleydi. Devrimin ateşi henüz harlı sayılırken onca Batı ülkesinin nezaretindeki bir beldeye gelmeleri cüretkar bir hamleydi her şeyden önce. Tutamakları çok azdı, düşman ve rakipleri ise çok fazlaydı. Buna rağmen geldiler ve bence en başarılı ekip oldular. Diğer İslamcı ekiplere kıyasen söylüyorum. Hatta Batılı güçlerin barış sonrası kurulan düzene nüfuz kabiliyetleriyle de kıyaslanabilecek bir başarı gösterdiklerini de söyleyebiliriz. Bu bağlamda Bosna üstüne hesap yapan güçler içinde İran’ın en başarılı olanlardan biri olduğu muhakkaktır. Bence emellerine ziyadesiyle ulaşmıştır. Kendisi bile bu kadarını beklemiyor olabilirdi.

Tarihî olarak kendilerine çok uzak ve yabancı bir diyarda, Türklerin arka bahçesinde idiler ama Türklerin arkalarından dolanarak gelmişlerdi. O vakitler Türkler kendi içlerindeki gerici-dinci-yobaz kesimleri tepelemekle meşgul olduğundan Sırpların mezalimlerine nazar edecek bir ortamdan ve zihinden uzaklardı. Cumhuriyetin başlarındaki din karşıtlığı psikozu nüksetmiş, devletle milleti karşı karşıya getirmek üzere bir yönüyle çok pespaye, bir yönüyle de çok incelikli senaryolar ülke gündemini işgal etmişti. Özal bir avantaj olabilirdi, kafasını kaldırıp Bosna’da neler olduğuna nazar kılabilirdi fakat devletin buna ne hevesi vardı ne niyeti ne mecali. Cumhuriyet’in reddi miras tavrı hükümfermaydı ve Özal’ın da başını yemek için paramiliter çeteler çoktan onu iktidarsızlaştırmışlardı bile.

İran, 90’lı yıllarda bir yandan Türkiye’deki devlet-millet yarılmasını derinleştirme adına art arda sansasyonel siyasî cinayetler tertipler, ülkenin sinir uçlarıyla oynar, 28 Şubat Darbesi için ideal şartları oluşturmak için canla başla vaziyetten vazife çıkartırken bir yandan da zaafa düşürdüğü memleket içindeki İslamcıları devletlerine karşı bir kurtarıcı gibi kucaklama pozları takınmakla meşguldü. Memleket dışında da tüm arka bahçelerinde Türklerin yüz çevirip ihmal ettikleri mirasa konmak için son derece iştahlı teşebbüslerde bulunuyordu. Bosna bu atılım ve tutkunun hedeflerinden sadece bir tanesiydi. 

“Neyi amaçlıyordu?” Başka beldelerde neyi amaçlıyorsa onu: Müslümanları Şiileştirmek. Sünnileri Şiileştirmek desek bu etkiyi uyandırmayacağı için böyle diyorum. Adamların gavurlarla aslında bir derdi yok, ana meseleleri Müslümanlarla, Sünnilerle. ABD ve Siyonistlerle kavgalarının Şii ideolojiyi ve karakteri bilen biri için muhakkak surette tali bir hadise olduğu ve katiyen arızi bir geçici parantez olarak kapanmaya mahkum olduğu tartışmasız bir gerçekliktir.

Şia’nın bir gavura diyeceği bir şey de yoktur. “Biliyor musun, Yezid, Peygamber’in torununu öldürdü!”, “Eee, bana ne?!” diyecektir gavur ama Müslüman’ın böyle bir lüksü yoktur, bu meseleyle ilgili gelecek sonraki cümlelere bigane kalamayacaktır. Dolayısıyla “Şia’nın mümtaz malları” için gavur pazarlarında alıcı bulunamamakta ama Müslüman semtlerinde epeyce kuyruk oluşmaktadır. Bunlar etüt edilmiş, çağlar boyu üstüne çalışılmış şeyler. Biz Şia deyince bizimki gibi saldım çayıra mevlam kayıra bir mezhep teşekkülü sanıyoruz; Vatikan tipi muazzam bir örgütlenme olduğunu idrak edemiyoruz. Sadece bu saftorikliğimizle bile iştah kabartıcı avlarız adamlar için.

Şiileştirme ameliyesi işin bir yönüydü fakat. Siyasî boyutları vardı. Savaş er geç bitecekti, savaş müddetince gösterdikleri yardım ve destek performansını azami bir propaganda ile ayrıca satabilirlerdi İslam alemine. Bu da ilk gayeyi perçinleyen tali bir gaye olacaktı. Öte yandan İrancı kadroların etkili olduğu bir sivil toplum ve devlet yapılanması savaş sonrasında İran’ın elini Batı’yla müzakerelerde güçlendirebilirdi. Balkanlar gibi hassas bir bölgede hassas bir azınlık üstünde nüfuz sahibi olmak hesap edildiğinden daha sağlam bir koz olabilirdi nitekim. Dünya savaşının Sarayova’daki daracık bir köprüde çıktığı hatırlanırsa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.

İşin askerî boyutları da vardı. İran, devrim kurgusu itibarıyla, her an her yerde silahlı eylem koyabilmesi gereken bir devlet olmak zorundaydı. Avrupa ülkelerine karşı eylem koymak gibi maceracılıklara kapılacak kadar toy değildi fakat bu ülkelere kaçıp gelmiş devrim karşıtı muhaliflerine yönelik infaz ve kaçırma eylemlerini çok önemsiyordu. En azından onların takibini yapacak, bilgi aktaracak tiplere ihtiyacı vardı. Muhaliflerinin ve muhataplarının dikkatini çekmeyecek tiplere… Bunlar başka coğrafyalarda turist olarak, bambaşka kılık ve kisvelerle İran için bilgi toplayabilir, her türlü nesnenin kuryeliğini yapabilirdi de. İran, anladığım kadarıyla, Bosna’nın insan unsuruna talipti. 

Bir de ABD, İngiltere gibi hasımlarına, onlar da oralarda bir yerlerdeyken arazide neler yapabileceğini göstermek hevesindeydi. Bu caydırıcı ve güç dengelerini lehine çevirici bir meydan okumaydı. Onlarla temas etmek, façalaşmak, sürtüşmek, gerginliği oraya taşımak ayrıca derin İran’ın kendini geliştirebilmesi için kışkırtıcı vesileler olabilirdi. Devrimi kotarmış, Irak’la baş etmiş, Lübnan’da orada burada tonla örgütü donatmış bir ülke olarak pısırık kalması için bir sebep yoktu. Sahalar onundu, oynamak için gereken oyuncu da antrenör de para da hırs da vardı. Hiç kimsenin sahip olmadığı bütünsel meziyetler ve hasletlerdi tüm bunlar.

Büyük Oyundan Dersler Serisinin 5. kitabı Sünniler ve Şiiler üzerine.  Türkiye’de Pakistan’daki İran yayılmacılığı üzerine bildiğim tek eser. İran’ın başta Pakistan ve Afganistan olmak üzere bölgedeki amacı nedir?

Her ikisi de çok önemli coğrafyalar. Her şeyden evvel barındırdıkları Şii nüfus cihetiyle çok kıymetliler. İran’dan sonra en çok Şii barındıran ülke Pakistan. Atom bombası sahibi bir ülkeden söz ediyoruz. Çin’le de Hindistan’la da yağlı ballı stratejik ittifakları olan bir İran’ın bu ülkeler nezdinde elini güçlendirmek için Pakistan içindeki Şii manivelasıyla neler yapabileceğini ima etmesi bile paha biçilmez bir stratejik avantajdır. Pakistan oyun kurabilecek kendine özgü potansiyeli olan bir ülkedir ve İran bu oyun kuruculuğunun aleyhine olmamasını etki araçları sayesinde garanti altına alma amacındadır. Sadece sınırın iki tarafındaki çölün mukimleri olan Sünni Belucîlerin zapturapt altında tutulabilmesi maksadıyla bile olsa Pakistan hayatîdir İran için, ihmale gelmez.

Afganistan ise apayrı bir hikayedir. 80’li yıllar boyunca Sovyet işgalinden kaçan milyonların Pakistan’dan sonra ikinci akın ettiği ülke kendisiydi. Bilhassa Şii Hazaralar orayı tercih etmişti. Onların akıbeti İran’ın akıbetini birinci dereceden ilgilendiriyordu. Afganistan durulmadan bu milyonların ülkeden postalanması mümkün olmayacaktı. Mezhepdaşlarına hiç de misafirperver ve müşfik olmasa da onları geri göndermezden evvel bir güzel tezgahından geçirip kendine benzetti. Ateşli taraftarı olan milisler oluşturdu gençlerinden. Afganistan’ın tam ortasında İran’a biatlı binlerce silahlı militan sahibi olmak için şunca mülteciye oflaya puflaya katlanabilirdi.

Dünya düzeni nerede şekilleniyorsa orada olmak İran gibi muhteris bir özne için mecburi bir istikamettir. 2000’li yıllarda bunun semeresini fazlasıyla alacaktır da nitekim. Amerikalılar Afganistan’da hangi Taliban hedefini nasıl vuracaklarını kara kara düşünürken danıştıkları heyetler İran’ın tecrübeli saha operatörleri olacaktı. Masaya koydukları işaretli haritaya ağzının suyu akarak bakan Amerikalı mevkidaşı “Fotoğrafını çekebilir miyim?” diye izin isterken İranlı istihbaratçı odadan çalımla çıkacaktı: “Sizde kalabilir!”

O haritanın ve başka nice haritaların çok ekmeğini yediler. Taliban gelinceye kadar Afganistan’ın en güçlü gizli öznelerinden biri olmaları güya düşmanları Amerikalılarca sağlandı. Bile isteye. Aynı müstehcen tiyatro Irak’ta sahnelendi. Allah var, İran ustalıkla oynadı. Oyunun hakkını sahiden verdi. Uğruna ölüp giden binlerce genç de milyonlarca fanatik figüran da olan biteni zerrece ne idrak ne izah edebildi, alayişli slogan ve marşlarla hipnoz edildiler. Pers stratejistler ile Şii mersiyeciler senkronize muazzam işler çıkardılar gerçekten.

İran Sünnileri nasıl Şiileştirebiliyor? Ümmetçilik, ittihad-ı İslam adına İran kendisine nasıl alan açıyor?

Tereciler nasıl tere satıyor, öyle işte. Adamların işi bu. Asırlardır olmadıkları kadar güçlüler. Bu imkan tanındı kendilerine. Devrim prestiji bahşedildi. Antiemperyalizm şampiyonluğu bahşedildi. Anti-Siyonizm zaten onlardan sorulsun istendi. Söylem gücü, Sünnîlerin kafası karışık, paçoz özneleriyle kıyas kabul etmeyecek derecede üstündü. En dişli rakipleri İhvan-ı Müslimin’di, bir şekilde onları da kafa kola almak için kolları erkence sıvadılar, pek çok yerde başardılar da. Hamaney, Seyyid Kutup’u Farsçaya tercüme etmiş biridir mesela. Eğer ki kendisi yaptıysa; perde gerisindeki danışman sürüsünden birine yaptırmış olması daha muhtemel olsa da… O akımı içselleştirebilecek, hazmedip aşabilecek bir dirayet gösterebilmiş olmalarıdır burada dikkat edilmesi gereken. Bu özgüven ve dirayet, başlı başına denklemleri değiştirici bir irade temin ediyordu zaten.

Diğer rakipleri Selefî-Vehhabî kanattı. O kanat aslında Şia’ya karşı en kayda değer reddiyeleri üreten cenahtı fakat bazen öyle rövaşatalık paslar atıyorlardı ki, maksatlarından insan şüphe duymadan edemiyordu. Her şeyden evvel Necd çöllerinde vücuda gelmiş bir akımın İslam âleminde sahici bir karşılık bulma ihtimali Şia’nınki kadar bile yoktu. En önemlisi ise Suudî Arabistan denen uyduruk devletin dünyada tuttuğu yer, İngiliz yardakçılığı, Amerikan hempalığı, Siyonist işbirlikçiliği buram buram üstünde tüterken ağzına alacağı her kavram kirlenecek ve Şia’nın ekmeğine dolaylı olarak yağ sürecekti.

Cihadî Selefîler ise Şiilere dönük kitlesel katliamlara yönelerek Şii nüfusu en sekülerinden en gelenekseline kadar Humeynîci Şiilerin saçakları altına ittiler. Şia’ya karşı sahiden hikmetli bir mücadele halihazırda yürütülüyor değil. İhmal ve gaflet ile gaddarlık ve aşırılık arasında bikarar vaziyette Şia’nın mevzileri ele geçirişini seyredip durmaya devam edeceğiz. Nereye kadar, bilmiyorum. Bunca hıyanet ve zulmüne rağmen İran karşısındaki bu acz ve aymazlık nereye kadar İslamî camiayı gütmeye devam edecek, bilemiyorum. Güya uyanık olanlardaki ilmî yetersizlik ve perişanlık ise karşı cepheyi takviyeden başka bir işe yaramıyor.

“Kendine nasıl alan açıyor?” Takiye anahtarıyla açamayacakları kapı yok ki. Nasıl olsa muhatapları fosur fosur uyumakta. Uyanıklar için de etkili susturucular kullanıyorlar. Para gibi mesela. İran’ın Sünnî alemdeki, Türkiye’deki sızma kapasitesi ve fiilî başarısı hakkında hayal gücümüz hayli güdük kalır. Sadece İslamî cenah değil, sol ve Alevî kesim üstüne, Kürtler üstüne çalışmaları da gayet titiz ve işçilikli; Türkiye’deki bunca paravan şirketleri işlerinin hakkını veriyor, bonkörce fonluyorlar partnerlerini. “İrancılık Türkiye’de iyi kazandıran bir meslektir.” diye yazdım o kitaplarımda. Şimdi daha da iyi kazandırıyor. İran malî kriz yaşadığında bile kadrolarına bakmayı sürdürüyor, onları Türklere de Türk devletine de muhtaç etmiyor.

Coğrafi olarak İran ile sınır komşuluğumuz var. Ticari, kültürel, siyasi işbirliğimiz de var. Türkiye-İran ilişkilerini nasıl görüyorsunuz?

Ben İran’ı seviyorum. Çok seviyorum hem de. Herhangi bir İrancının benim kadar sevmesi muhaldir. Çünkü orayı yurdum olarak görüyorum. Anadolu’dan evvelki yurdum. Dolayısıyla düşman nazarıyla bakmıyorum, bakamam. Düşmanımız İran devleti de değildir. Şii nizam bile değildir. Humeynî rejimidir. O rejim orada durdukça Türklere de Müslümanlara da rahat yüzü olmayacaktır. Onların döktüğü Müslüman kanı Haçlılarla ve Moğollarla yarışacak ırmaklar mesabesindedir çünkü. Hainler ve satılmışlar, bu manzarayı karartmaya ve çarpıtmaya devam etseler de.

Türkiye’nin İran karşısındaki zaafları saymakla bitmez. Her şeyden evvel İran öyle veya böyle bir duruşu olan bir ülkedir. Devlettir. Türkiye ise devlet olma çabası veren bir mahiyet arz etmektedir. Dostu nezdinde de düşmanı nezdinde de yalpalayan, sağı solu belli olmayan, yarın ne yana gideceği öngörülemeyen bir ülkedir. Bir stratejisi olduğu meçhuldür. Milli Eğitim’de nasıl yap-bozlarla nesiller ifsat ve iğdiş olunmuşsa dış politikada da zikzaklar ve derinliksiz tercihlerle çok imkanlar heba olundu. Azerbaycan gibi özgün bir tecrübe dışında hiçbir mevzide İran’a karşı, galibiyet şurada dursun, denge hali bile temin edilemedi.

Mesele şudur: Buna niyeti oldu mu devletluların? Sekülerler zaten dine de mezhebe de elin oğlu gibi baktıklarından, bu taraklarda bezleri olmadığından İran’a karşı kullanabilecekleri birer araç olarak bile bu mevzulara yakın durmuyorlar. Cahillik ve tembelliklerinin peçesi olarak laikliklerine bürünüyorlar. İslamcı tandanslı kadrolar ise işe bak ki bir zamanlar İran sempatizanlığı merhalesinden geçtiklerinden ve bir kısmı hala o merhalede kalakaldığından İran’a karşı mücadele gibi bir mefhuma yadırgayarak bakıyor. Bundandır ki 2000’ler, Suriye’de büyük kapışma başladığında bile, Türkiye’nin İran’ın arkasını toplamakla, dünya düzenine karşı İran’ı kollamakla geçti. İran’la sadece mecburen, kerhen ve son derece çekingen biçimde karşı karşıya gelindi. Soluksuz, ufuksuz, dirayetsiz, ciddiyetsiz biçimde… Beni en çok eseflendiren de buydu: Türkiye’deki İslamcı iktidar İran’ın Truva atı oldu. İrancı Truva atlarının tur attığı bir yapı arz etti. Türk Devleti buna izin ve mahal vermemeliydi. Devlet olsaydı şayet.

Kitaplarımdan birinde Humeynizm ile Kemalizmi dış politika enerjisi ve operasyon kabiliyetleri yönleriyle karşılaştırmış, Humeynizmin her türlü galebe çalacağını yazmıştım. Kemalizm dışında herhangi bir ideoloji geliştiremedi Türkiye. Erdoğan buna çok yakındı, muhtelif sebeplerle yapamadı. Yarınlarda daha iyi anlaşılacaktır bu. İran’a karşı kazanmaya Suriye’de bile kıyamayan kadrolarla onun da yapacağı çok bir şey yoktu; kendisinin buna azmettiği varsayılacak olsa bile. Birbirinin etkisini silip duran, yüz kızartıcı derecede ahlaksız veya vakıasız dizilerle, liberalizmle, kendi içinde bu kadar tezatlı ve kavgalı bir görüntü vererek bölgede lehimize bir ivme oluşturmamız zaten düşünülemez. Hala Türklük ve Osmanlılık bakıyesinden harcayan, reddi miras eden mirasyediler olarak duruyoruz bu coğrafyada. İran’ın bize teşekkür borcu var, her adımda gülücüklerle yaptığı yeni hamleler ödüyor da borcunu.

Leave A Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir