Roger Griffin, dünyanın önde gelen faşizm uzmanlarından biridir. Türkçe’ye Faşizmin Doğası adlı kitabı çevrildi. Kendisiyle faşizm, muhafazakâr devrimcilik ve Ernst Nolte üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Benim için en önemli ve öğretici röportajlardan birisi oldu.
Son on yılda popülizm kavramı büyük önem kazandı, oysa faşizm kavramı giderek daha az kullanılıyor. Günümüzün aşırı sağ hareketlerini ne ölçüde faşist ya da proto-faşist olarak görebiliriz?
Bunun yanıtı tamamen faşizmi nasıl tanımladığınıza bağlıdır. Bu konuda nesnel bir cevap yoktur. Eğer Marksistseniz, faşizmin kapitalizmin bir ürünü olduğunu ve büyük sermayenin ve muhafazakârların desteğini alan, yabancı düşmanlığı, milliyetçilik vb. gibi unsurları savunan her sağcı diktatörün ya da başbakanın bir tür faşist olduğunu düşünürsünüz. Eğer Marksist değilseniz, kavramı nasıl kullandığımızla ilgili birçok problem ortaya çıkar. Ben, insan bilimlerinde “nesnel olarak doğru” olmayan, ancak bir tür yöntemsel araç olan bir “ideal tip” olarak tanımlanan, belirli bir teknik faşizm kullanımını temsil ediyorum. Karşılaştırmalı faşizm çalışmaları uluslararası akademik disiplininde, faşizmin artık “devrimci bir milliyetçilik” biçimi olarak görüldüğünü ve bu milliyetçiliğin uzun vadede demokratik bir sistemde barınamayacağını ifade eden bir yaklaşım egemendir. Faşist bir liderin, hedeflediği vizyonu gerçekleştirmek için eninde sonunda bir temsilî demokrasinin anayasasını ve kurumlarını ortadan kaldırıp totaliter bir “yeni düzen” kurması gerekir.
Bu ölçütlerle bakıldığında, yozlaşmış bir demokrasi, hatta sağcı bir demokrasi bile, hâlâ faşist değildir; çünkü içerisinde, bir faşist devletin yönetimiyle ve onun her alanda yenilenme ve yeniden doğuşu hedefleyen totalleştirici anlayışıyla bağdaşmayan kurumlar ve özgürlükler mevcuttur. Bunun tarihsel örneklerini görmek için, Ocak 1925’e kadar Başbakan ve devlet başkanı olan Mussolini ile Ocak 1925’ten sonra “il Duce” statüsüyle tam diktatörlüğe geçen Mussolini arasındaki farka bakın. Ya da Ocak-Şubat 1933’te Şansölye olan Hitler ile Reichstag Yangını ve Yetki Yasası sonrasında muhalefet partilerini yok edip anayasayı değiştirerek ömür boyu diktatörlük kuran “Führer” Hitler arasındaki farka bakın. Bu süreçte güçler ayrılığı ve denetleme mekanizmaları ortadan kalkmış, devlet şiddeti, gizli polis, işkence yaygınlaşmış, çoğulculuk sona ermiş, tüm liberal özgürlükler yok edilmiş ve devlet cinayetini ve terörü meşrulaştıran yeni bir hukuk düzeni kurulmuştur. İşte bu yüzden, benim gibi düşünen kuramcılar açısından faşizm ile sağ popülizm arasında büyük bir ayrım vardır. Bugün “sağ popülizm” dediğimiz şey, aslında “illiberal demokrasi” (liberal olmayan demokrasi) olarak daha doğru bir şekilde tanımlanabilir.
Unutulmamalıdır ki demokrasi, mutlaka liberal olmak zorunda değildir. Bir demokrasi, sömürge imparatorluğu içerisinde insanlığa karşı suçlar işleyebilir ve kendi toplumunda (yoksullar, kadınlar, çocuklar, eşcinseller vb. gibi) geniş kesimleri ayrımcılığa uğratabilir; fakat bunu anayasal çerçevede, demokrasinin işleyişi içinde yapar. İnsani açıdan bakıldığında canlı bir örnek görmek istiyorsanız Trump’a değil, Netanyahu’ya bakın. Netanyahu, meşru biçimde seçilmiş bir koalisyon hükümetinin başında seçilmiş bir devlet lideridir. Tüm muhalefet partilerini yok etmedi, muhaliflerini toplama kamplarına tıkmadı. Buna ihtiyaç duymuyor. Yargıyı bütünüyle tekeline almadı veya liberal özgürlükleri tamamen kaldırmadı. Gazeteleri kapatmadı. Kudüs’te hâlâ özerk kurumlar var. Üniversitelerde görece bir özgürlük, yayıncılıkta ifade özgürlüğü gibi imkânlar hâlâ mevcut; bunları kısıtlayan esas etmen, İsrail’deki “vatansever zihniyet”, yaygın Filistin karşıtı kamuoyu ve buna ters düşmekten korkma. Dolayısıyla, benim tanımladığım ölçütlerle bakarsak Netanyahu’ya faşist ya da bugünkü İsrail’e faşist bir devlet demek yanlış olur.
Sorunuza dönersek, benim ortaya koyduğum bu argümana katılıyorsanız, insanlar faşizmden neden daha az, popülizmden neden daha fazla söz ediyor sorusunun yanıtı şudur: Faşizm, bir “devrimci milliyetçilik” olarak günümüzde oldukça marjinal bir güç hâline gelmiştir. Yüz binlerce “hayalî faşist” veya “fantezi faşist” sosyal medyada ve internet platformlarında mevcut olsa da, gerçek dünyada sadece küçük neo-Nazi hücreleri veya ırkçı ideologlar biçiminde dışa vurur. Savaştan bu yana ideolojik faşistler tarafından işlenen, bazı “yalnız kurt” veya tekil saldırganlar tarafından gerçekleştirilmiş şiddet eylemleri olmuştur; fakat dünyanın her yerinde toplumsal ve siyasal açıdan bakıldığında, gerçek faşistler son derece marjinaldir ve milyonlarca seçmeni mobilize eden sağ popülistlerle kıyaslandığında çok küçük kalırlar. Neredeyse her demokrasi artık bir popülist partiye sahip. Kimi ülkelerde bunlar çok küçükken, Almanya, İtalya, Fransa, Avusturya, Slovakya, Polonya, Macaristan, Hindistan ve özellikle bugünlerde İsrail ve ABD gibi ülkelerde sağ popülizm son derece güçlü bir siyasal güç konumuna yükselmiştir.
Bir popülist iktidara geldiğinde, o ülke faşist devlete dönüşmüş olmuyor. Mesela Viktor Orbán’ın Macaristan’ı hâlâ Avrupa Birliği üyesi. Macaristan’a gittiğinizde hâlâ “Avrupai” denebilecek, açık, bireyci bir hayatın sürdüğünü; bunun, Üçüncü Reich Almanyası’nda veya Faşist İtalya’da tahayyül dahi edilemeyeceğini görürsünüz. Dolayısıyla, kavramların özenli kullanımına önem veren akademisyenler, Modi’nin Hindistan’ı ya da Bolsonaro’nun Brezilya’sı gibi örnekler için faşizmden değil, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı üzerinden liberal demokrasinin yıprandığı, ancak tamamen ortadan kalkmadığı bir yönetim biçiminden bahsederler. Az önce belirttiğim gibi, yaygın kullanılan terim “sağ popülizm” olsa da, bazı uzmanlar bunu etnokrasi veya etno-merkezci milliyetçilik, tek-kültürlü milliyetçilik veya illiberal demokrasi gibi farklı kavramlarla tanımlar. Asıl önemli olan, popülizmin faşizm olmadığıdır; çünkü faşizm devrimcidir, popülizm ise insanlık karşıtı yönde olsa da reformcu bir eğilime sahiptir. Dolayısıyla günümüzde basında ve medyada faşizm kavramının daha az, popülizm kavramının daha çok kullanılıyor olmasının nedeni, faşizmin artık marjinalleşmiş olması, popülizmin ise yükselmekte olan, giderek daha güçlü ve yıkıcı bir güç haline gelmesidir. Doğrusu, popülizm veya illiberal demokrasinin, tam da demokrasiyi ortadan kaldırmadan içten içe yozlaştırdığı için, şu anda faşizmden bile daha tehlikeli bir siyasal olgu olduğunu öne sürüyorum.
Günümüz faşist veya aşırı sağ hareketleri ile 20. yüzyılın faşist hareketleri arasındaki temel farklar nelerdir? Hangi unsurlar varlığını koruyor, hangileri değişti?
Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde (1918-1939) Batı uygarlığı genel bir kriz içindeydi. Yıkıcı etkileri olan Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Rus Devrimi’nin patlak vermesiyle Sovyetler Birliği kuruldu. Batı’nın temellerinin sarsıldığı düşünülüyordu. Bu sarsıcı olayları, 1929 Wall Street çöküşü ve özellikle Almanya’yı derinden etkileyen bir dünya ekonomik bunalımı izledi. Bu durum, sadece kurumsal krizlere, kitlesel işsizliğe ve toplumsal huzursuzluğa yol açmakla kalmadı; aynı zamanda Batı uygarlığının topyekûn çöktüğü hissiyatını da doğurdu. İşte bu “Batı’nın çöküşü” algısı, Nazizmin yükselişi ve diğer devrimci milliyetçi hareketlerin yayılması için gereken zemini hazırladı.
Bugün nesnel olarak bakıldığında Batı uygarlığının yapısal olarak o döneme kıyasla daha zayıf olmasına karşın, genel kamuoyunda Batı’nın sonunun yaklaştığı yönünde bir algı oluşmadığı için, ne güçlü bir sol devrimci hareketin ne de güçlü bir sağ devrimci hareketin toplumsal desteği bulunuyor. Batılı komünistler artık modern Çin’i veya Kuzey Kore’yi bir model olarak görmüyor ve Nazizmin işlediği korkunç suçlar ile İkinci Dünya Savaşı’nın felaketi de Nazizm’in veya radikal faşizmin meşruiyetini, küçük bir sosyopatik hayalperest azınlık hariç herkesin gözünde yok etti. Devrimci çözümlerin Batı’nın sorunlarına çare olamayacağı yaygın şekilde kabul gördüğü için, “özgür dünya” denilen coğrafyadaki tüm siyasal ve kültürel enerji büyük ölçüde anayasal demokrasinin sınırları içinde kalıyor. Dolayısıyla, 1930’lardaki faşizmi besleyen ırkçı, aşırı milliyetçi enerjiler, artık sosyalist, liberal ve muhafazakâr partilerin sağında konumlanan yeni bir politik alana akıyor. Bu alanın, liberal olmayan çeşitli eğilim ve değerleri barındırması nedeniyle genel olarak “sağ popülizm” adını veriyoruz.
Örneğin Almanya’yı ele alalım. Angela Merkel döneminde Almanya bir milyon Suriyeli mülteciyi kabul ettikten sonra, bundan rahatsız olan milliyetçilerin tepkisi bir faşizm dalgası yerine, İslamofobik, ırkçı ve yabancı düşmanı bir söyleme sahip yeni bir parti olan Almanya için Alternatif’i (AfD) yarattı. AfD, demokrasiyi devirmek yerine onu “illiberal” hale getirmeyi – bazılarının “Orbanizasyon” dediği süreci – savundu. AfD göç karşıtlığı, çokkültürlülük karşıtlığı, AB karşıtlığı, liberalizm karşıtlığı söylemlerini, Almanya ve Almanlık üzerindeki tehditlerle ilgili tehlikeli mitlerle meşrulaştırıyor. Fakat Almanya’nın sağ popülistlerinde görülen bu radikalleşme hâlâ demokratik düzen içerisinde yer bulabiliyor. Bu, Nazizmin geri gelişi değildir, AfD’nin neo-Nazi bir kanadı olsa bile yeni bir olgudur. Aşırı sağın ırkçılık, milliyetçilik ve “değişim isteği” gibi temaları bugün Batı’da faşizm yerine sağ popülizme akmaktadır; böylece faşizm ufak, marjinal bir güç hâline gelmiştir. Bugün hâlâ binlerce ırkçı hayalperestin zihninde yaşamaya devam etse de sadece ufak grupçuklar veya ara sıra terörist saldırılar biçiminde kendini gösterir. Batı demokrasileri ya da insancıl, liberal ve sosyalist değerler için esas tehdit bu değildir. Bunu teyit eden göstergelerden biri, 1930’da SA (Sturmabteilung) saflarında 500.000 üyeye sahip olan Nazizmin aksine, günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde bir faşist devrim için aktif olarak hazırlık yapan faşist militanların sayısının çok az olmasıdır.
Kısacası, faşizm artık popülizm kadar konuşulmuyor; çünkü bugün liberal demokrasiye asıl tehdidi yönelten faşizm değil, sağ popülizm. Trump’a ya da AfD lideri Alice Weidel’a oy veren insanlar, totaliter bir düzen ya da tek parti devleti istemiyorlar; ancak anayasayı koruyarak göçü durduracak ve ülkelerini “yeniden büyük yapacak” bir hükümet istiyorlar. Bugünkü sağ popülizm, faşizmden esas olarak demokratik düzeni kökten yıkmak yerine o düzen içinde işleyerek onu yozlaştırmasıyla ayrılıyor. Bununla birlikte, faşizmden miras aldığı şey, insanlığı “bizimkiler” ve “ötekiler” diye ayıran, “bizimkileri” tam insan sayıp “ötekilerin” acısını umursamayan ve onların haklarını görmezden gelen ırkçı, yabancı düşmanı düşünce kalıplarıdır.
Post-liberal çağda sağın siyasi felsefesini daha çok hangisi belirleyecek: Milliyetçilik mi muhafazakârlık mı? Günümüzde milliyetçilerin muhafazakârlaştığını mı, yoksa muhafazakârların milliyetçileştiğini mi gözlemliyorsunuz?
Terminoloji konusunda büyük sorunlar yaşıyoruz. “Muhafazakâr” derken neyi kastediyoruz? 20. yüzyıldaki temel güç, geleneksel anlamda, yani değişime tepki olarak doğan gerici bir muhafazakârlık değildi; aksine bazen “devrimci muhafazakârlık” olarak anılan, modernleştirici bir güçtü. Örneğin Franco’yu destekleyen muhafazakârlar, İspanya’nın tamamen aynı kalmasını istemiyorlardı; komünizmi ve liberalizmi engelleyecek otoriter ve modern bir devlet istiyorlardı. Daha da kafa karıştırıcı olan, bazı savaş sonrası faşist entelektüellerin “Muhafazakâr Devrim” fikrini savunmasıdır. Her hâlükârda, modern muhafazakârlık sadece geçmişi korumayı değil, geçmişin değerlerini savunurken aynı zamanda belli ölçüde modernleşmeyi de kabul ediyor.
Dolayısıyla ben, “muhafazakâr” kelimesini politikayı analiz ederken çok kullanışlı bulmuyorum; çünkü çok belirsiz bir kelime. Öyle ki, liberal partilerden faşist partilere uzanan geniş bir spektrumun her bir kesiminde kendi içinde “muhafazakâr” olarak tanımlanabilecek unsurlar var. Her biri, kendince önemli gördüğü bazı şeyleri koruma derdinde, ancak bunu eskiye dönmeyi değil ileriye gitmeyi amaçlayarak yapıyor. Ilımlı demokratlar da, faşistler de, popülistler de, dinî köktenciler de bu anlamda “muhafazakâr” diye adlandırılabilir; bu yüzden kavramın analitik olarak çok değeri yok. “Post-liberal çağ” tabiri de aynı şekilde bence pek yararlı değil; çünkü liberal demokrasi ölmedi veya yenilmedi; sadece anti-liberal güçler tarafından kuşatılıyor. Ben, günümüz demokrasisini “liberal demokratlar” ve “illiberal (liberal olmayan) demokratlar” arasındaki bir çekişme alanı olarak görmenizi öneririm. Örneğin Britanya’daki İşçi Partisi veya ABD’deki Demokrat Parti içinde en idealist kesimde yer alanlar, liberal demokrasiyi Reform Partisi’nin veya Cumhuriyetçi Parti’nin illiberalizminden korumaya çalışıyorlar. Dolayısıyla muhafazakârlık ve post-liberalizm tartışmalarından ziyade, dünyanın geleceğine hangi küresel politik çarpışmanın yön vereceğini tartışmak daha anlamlı. Özellikle de sağ popülizmin iklim değişikliği gerçeğini reddetme eğilimini düşünürsek, bu tartışma insanlığın geleceği açısından çok daha kritik bir boyut kazanıyor.
Günümüz durumu, genel olarak sağlıklı ve sağlıksız demokrasi biçimleri olarak düşünülürse daha yararlı olur. Örneğin İsrail’deki durum buna iyi bir örnek. İsrail, Trump dönemi ABD’sinden bile daha çarpıcı bir biçimde, liberal demokrasinin nasıl illiberal bir milliyetçilik anlayışı tarafından ele geçirilebileceğinin bir örneğini sunuyor. Netanyahu, Nazi tarzı bir “yeni düzen” kurmak istiyor denemez. Belki özel olarak öyle bir hayali olsa bile, Yahudi halkının Çektiği acılar nedeniyle kendini öyle ifade etmeyecektir. Ama Yahudi halkının hakları ve kaderi konusundaki aşırı milliyetçi ve anti-liberal vizyonunu, demokratik anayasal süreç içinde, yasal olarak seçilmiş bir başbakan ve milliyetçi-dinci siyasî partiler koalisyonunun lideri sıfatıyla yaşama geçiriyor. Gazze’de Hamas’a karşı sürmekte olan “operasyon” devam ettikçe, ona yönelik bir güvensizlik oylaması yapma ihtimali de zayıflıyor. Bu, sağ popülizmin en radikal ve ölümcül hâlidir. İçinde ultra-muhafazakâr, siyonist hem laik hem dinî öğeleri barındırır, ama bunun ötesine geçen, gelecekte devleti genişletmeyi ve güvence altına almayı hedefleyen dinamik ve yayılmacı bir illiberal siyaset anlayışı vardır.
Netanyahu ve Trump, her ikisi de, “tek-kültürlü milliyetçilik” olarak adlandırabileceğimiz ve “ötekileştirme”ye dayanan seçici bir insan sevgisi anlayışının liberal demokrasi ve insan uygarlığının geleceği için nasıl bir tehlike oluşturduğunu en çarpıcı biçimde gösteren figürler. Bence bugün liberal uygarlık, faşizmden veya çöken Sovyet komünizminden ya da Batı’yla ticaret yapmak isteyen Çin komünizminden veya savaşı kazanamayacağını bilen Kuzey Kore’den değil, içeriden tehdit altında. Burada da asıl mesele Trump’ın ya da AfD’nin “liberal olmayan demokrasisine” karşı liberal dünyanın açtığı bir savaş değil; tam tersine, illiberal demokrasinin liberal demokrasiye açtığı bir savaş. Bu “muhafazakâr değerleri savunma” iddiasının tehlikeli yönü, kapitalist demokrasiyi başka bir sistemle değiştirmek yerine ele geçirip kendi amaçları doğrultusunda kullanmak istemesi.
Muhafazakâr devrimcilik ile faşizm arasındaki ilişki nedir? Bu iki kavram nerede örtüşür, nerede ayrılır?
Daha önce açıkladığım gibi, muhafazakâr devrim farklı şekillerde ortaya çıkabilir ve bunlardan biri de faşizmin bir bileşeni hâline gelmiştir. Ancak bu sadece bir bileşendir. Örneğin, Weimar Almanya’sında bazı aşırı muhafazakârlar, muhafazakâr ama devrimci olmayan Alman Halk Partisi’nden (Deutsche Volkspartei) ayrılıp NSDAP’ye katılmış ve böylece “devrimci aşırı muhafazakârlar” haline gelmişlerdir. Faşist İtalya’da da, dinî modernleşmeye karşı Katolik değerleri savunmak isteyen ultra-muhafazakâr kesimler, İtalya’nın sekülerleşmesini engellemek amacıyla Faşizmi benimsemişlerdi. Savaş sonrasında ise Armin Mohler, “Muhafazakâr Devrim” adlı kitabında bu kavramı yeniden tanımlayarak, faşist bir devrimi ileride yeniden canlandırmayı amaçlayan, kültürel ve entelektüel bir illiberal milliyetçilik geleneğinin düşünsel kaynaklarını ortaya koymaya çalıştı.
Dolayısıyla muhafazakârlık veya muhafazakâr devrim ile faşizm arasındaki ilişki karmaşık bir tablo sunar. Şunu da unutmamak gerekir ki Nazizm, “Kan ve Toprak” fikrini geliştiren ve Alman köylülüğünü bir “Alman Devrimi”nin temel taşı olarak gören Walter Darré gibi bir figürü de kucaklarken, köle emeğine dayalı silah üretimini organize eden ve devasa modernist öğeler barındıran anıtsal binalar inşa eden Albert Speer gibi aşırı modernist isimleri de desteklemiştir. Örneğin Todt Örgütü, otoyollar, roket teknolojisi geliştirme projeleri, Nazizmde güçlü bir geleceğe dönük “ilerici” boyut olduğunu gösteriyor. Nazi rejimi atom bombası üzerinde çalışmalar yapıyordu, endüstriyel ölçekte kitlesel katliam gerçekleştirdi; bu durum, gerici bir muhafazakârlıktan çok totaliter bir modernliğe ve hatta modernizme işaret eder.
Toplumun gözünde Nazizmi karıştıran şey, onun “folkish” yanı, Ortaçağ hayranlığı, şövalyeler ve kaleler kültü, endüstri öncesi tarım ve kırsal idealine dair nostaljiyi propaganda malzemesi yapmasıdır. Ancak bu, gerici anlamda bir muhafazakârlık değil; Nazizmin, etnik, Aryan kahramanlık ve saflık kültünü besleyen, kökleri mitik bir Almanlık anlayışına dayanan bir ideolojik araçtır. Benzer bir paradoks, Fransız faşizminde de görülür: Kırsal Fransa kültü, gerici Katoliklik ve “Louis XI dönemine özlem” gibi ögeleriyle birlikte, Le Corbusier’nin ultra-modernist mimarisine duyulan hayranlık ve modern teknolojinin yüceltilmesi bir arada var olabilmiştir. Hem İtalyan hem Alman faşistler, “aviation”u (havacılığı) modernliğin bir sembolü olarak yüceltirken, aynı zamanda “ebedi değerleri” övüp içinde çok muhafazakâr kesimleri barındırabiliyordu. Faşizmin genel ruhu veya itici gücü, gerçekte “karşı-devrimci” değil, tam anlamıyla “devrimci” olan bir ideolojik omurgaya dayanıyordu. O, ırksal veya ulusal bir geçmişin “mitik değerlerini” kutlarken, bu geçmişe kök salmış bir “modernizm” anlayışı ortaya koyuyordu. Ben buna “köklü modernizm” diyorum.
Ernst Nolte, faşizmi Bolşevizme bir tepki olarak yorumlayarak bunu ‘Avrupa İç Savaşı’ (1917-1945) bağlamında ele aldı. Faşizmi temelde Bolşevizme tepki olarak görmek, faşizmin kendine özgü ideolojik ve toplumsal dinamiklerini göz ardı etmek anlamına mı gelir? Nolte’nin ‘Avrupa İç Savaşı’ tezi, faşizmin nedenlerini ve gelişimini açıklamak için ne ölçüde yeterli?
Nolte’nin teorisi, Almanya’nın Hitler döneminde insanlığa karşı işlediği milyonlarca savaş suçunu hafifletmeyi amaçlayan bir tarihsel revizyonizm örneğidir. Geniş akademik bilgi, dil becerisi ve kaynakçaya rağmen, Üçüncü Reich’in esas olarak Rus Devrimi ve komünizm tehdidine tepki olarak geliştiğini ve İkinci Dünya Savaşı’nın bu iki ideoloji arasındaki bir “Avrupa İç Savaşı” olduğunu öne sürmek tarihsel bakımdan saçmalıktır. Nazizmin ideolojik kökleri (aşırı milliyetçilik, emperyalizm, militarizm, ırkçılık, Aryanizm, antikomünizm, antisemitizm, Yeni Alman İnsanı kültü, bilimcilik) 1917’den önceye dayanır. Soykırım kamplarının, Gulag ve “Asyatik komünizm suçları”na tepki olarak ortaya çıktığını iddia etmekse, Batı Almanya’da liberal demokrasiyi zayıflatmak ve faşizm yanlısı zihniyeti yaymak için pseudo-akademik bir mit üretmekten başka bir şey değildir.
Dolayısıyla, Alman faşizmini temelde Bolşevizme tepki olarak görmek, Nazizmin özgün ideolojik ve toplumsal dinamiklerini, oluşum sürecini ve faşizmi totaliter, devrimci bir aşırı milliyetçilik olarak kavramamızı engeller. Nazizmin amacı sadece komünizmi veya Avrupa Yahudiliğini yok etmek değildi; ırksal saflığa dayalı, bin yıllık bir Reich kurmayı hedefleyen bir ulusötesi yeniden doğuş projesiydi. Nolte’nin tezi, sözde akademik tarih metodunu kullanarak Nazizmin kendi başına işlediği korkunç suçları hafifletmeye ve Alman millî suçluluğunu azaltmaya yönelik bir çabadır. Nazizmin, Sovyetler Birliği’ni yenseydi bile, dünya hâkimiyetini amaçlayan Aryan ırkçı bir düzen kurma çabası sürecek; Yahudi halkı, Slavlar ve pek çok diğer etnik/dini grup için tehdit devam edecekti. Dolayısıyla, Nazizmi komünizmle bir tür “ideolojik iç savaş” halinde gösterip, onun özgün totaliter ve ırkçı projesini görmezden gelmek kabul edilemez bir çarpıtmadır.
Ancak ben, bu röportajı okuyan kişileri, faşizmle ilgili ilginçliklere kapılmamaya çağırıyorum. Evet, faşizm tamamen yok olmamıştır; fakat günümüzde devrimci anlamda etkisizdir ve marjinal kalmıştır. Günümüzü anlamak için üzerinde durmamız gereken esas mücadele, otokrasi ile demokrasi ve liberal demokrasi ile illiberal demokrasi arasındaki küresel çekişmedir. Ayrıca, teknolojik ve tüketim toplumuyla, insan yaşamının bağlı olduğu biyosferi koruma mücadelesi arasındaki gerginliği de göz önünde bulundurmalıyız. Önümüzdeki on yıllarda yaşanacak ekonomik, demografik, politik ve ekolojik krizlere verilecek tepkileri ve sonuç olarak insan uygarlığının gelecek yüzyıl içinde bir çöküş yaşayıp yaşamayacağını bu çekişmeler belirleyecek.