Larry Eugene Jones, Amerikalı modern Avrupa tarihi uzmanıdır; Canisius College’da (Buffalo, NY) emeritus profesör. Weimar Cumhuriyeti dönemi Alman sağının siyasal partileri, dernekleri ve muhafazakâr-milliyetçi akımları üzerine önemli bir otorite. German Liberalism and the Dissolution of the Weimar Party System, 1918-1933 (1988) ile tanınmış; ardından The German Right in the Weimar Republic (der., 2013) ve son olarak The German Right, 1918-1930 (2020, Cambridge University Press) gibi eserlerle alanın temel başvuru kaynaklarını kaleme aldı. Kendisiyle muhafazakar devrimciliğin önemli isimlerinden Edgar Julius Jung üzerine konuştuk.
Edgar Julius Jung muhafazakâr devrimci düşünceye hangi teorik katkılarda bulundu? Jung’un bu konuda ortaya özgün kavramları yaklaşımları nelerdi? Milliyetçiliği ve muhafazakârlığı nasıl aradı?

Edgar Julius Jung’un muhafazakâr devrimci düşünceye katkılarını tartışırken, en baştan hatırlamak gerekir ki, kendilerini “muhafazakâr devrimci” olarak görmekten hoşlananların çoğunun aksine Jung her şeyden önce, muhafazakâr değerleri ve fikirleri siyasal pratiğe tercüme etmeye çalışan bir siyasal aktivistti. 1894 doğumlu Jung, I. Dünya Savaşı’nda cephede görev yapmış ve kendisini, cephedeki deneyimleri ışığında Almanya’nın siyasal yaşamını yeniden şekillendirmek isteyen “cephe kuşağı”nın bir üyesi olarak gururla görmüştü. Jung, yeni seçilmiş liberal Alman Halk Partisi (Deutsche Volkspartei, DVP) milletvekili Alfred Zapf’ın asistanı olarak görev yapmıştı. Weimar Cumhuriyeti’nin siyasal ve ekonomik krizi 1923 ve 1924’te doruğa çıkarken, Jung Reichstag’a girmek için yaptığı iki başarısız girişimin ardından 1924’ün sonunda Zapf’taki görevinden istifa etti. Bu arada Jung, Alman siyasal yaşamında kutsal misyonu olarak gördüğü şeye, yani savaş sonrası Alman muhafazakârlığının siyasetinden ümidi kesmiş, yeni siyasal ifade biçimleri arayan dağınık muhafazakâr unsurların tümünü birleştirmeye kendini adamaya başladı. Aynı zamanda Jung, Ocak 1924’te Pfalz ayrılıkçısı Heinz Orbis’in suikastına karışarak aktivizme olan bağlılığının somut kanıtını da sundu.
1920’lerin ikinci yarısı boyunca Jung, parti siyasetinin mevcut dünyasından duyduğu hayal kırıklığını paylaşanları, I. Dünya Savaşı sırasında kuşağının paylaştığı deneyimlere dayanan yeni bir muhafazakâr harekette birleştirmek için elinden geleni yaptı. Bunun gerçekleşeceği kuramsal temeli sağlamak için Jung, magnum opus’u olacak kitabını, adı da bu amaca uygun olan Die Herrschaft der Minderwertigen: Ihr Zerfall und ihre Auflösung durch ein neues Reich’i önce 1926’da, ardından 1930’da daha uzun ve kapsamlı bir baskıyla yayımladı. Kitap hemen başarı kazandı ve Jung’u, Weimar Almanyası’nın elitleri tarafından yabancılaşmış ve terk edilmiş hisseden genç kuşak mensuplarının liderliği konumuna taşıdı. Jung, Othmar Spann’ın korporatizmini, Vilfredo Pareto’nun elitismini ve Alman romantiklerinin organizmacılığını birleştirerek, son yüz elli yıl boyunca Avrupa toplumunun çöküşünden sorumlu tuttuğu fikirlere karşı sürekli bir saldırı geliştirdi. Özellikle de liberté, egalité, fraternité devrimci sloganını, kendi dönemindeki Avrupa’nın sorunlarının nihai kaynağı olarak gösterdi. Jung’a göre 1789 ruhu, Avrupa toplumunun dokusunu, birbirleriyle rekabet eden amorf sosyal ve ekonomik çıkarlar yığınına dönüştürmekle tehdit eden aşındırıcı bir güçtü. Modern toplumun parçalanması en belirgin biçimini, Almanya’da ve Avrupa’nın geri kalanında demokrasinin getirilmesiyle birlikte ortaya çıkan siyasi parti enflasyonunda buluyordu. Modern çağda siyaset, ulusun bütünü için refahı temsil etmeye çalışmak yerine, devletin siyasal aygıtının kontrolünü ele geçirmeyi başarmış olan fraksiyonların özel ekonomik çıkarlarının peşinden koşmasından başka bir şey değildi. Modern siyasal ve ekonomik yaşamın parçalanmasına karşı koymak için Jung, nihai köklerini ortaçağ dünyasının organik karakterinde bulduğunu ileri sürdüğü bir devlet ve toplum vizyonu sundu. Bu bakımdan Jung, yalnızca ortaçağ ekonomik yaşamında önemli rol oynamış korporasyonların yeniden tesisi için değil, aynı zamanda dinin de ortaçağ Avrupa’sında sahip olduğu onur konumuna geri getirilmesi için çağrıda bulundu. Ve Jung’un vardığı sonuç, bunun ancak, insanların yaşamlarının maddi koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan Marksist devrimden farklı olarak, insan ruhunun yeniden doğuşunu hedefleyen bir devrimle başarılabileceğiydi.
Jung’a göre modern dünyayı saran kötülüğün kökü, doğal haklar doktrini ve bunun yalnızca devrimci Fransa’da değil, aynı zamanda 1918’de İkinci İmparatorluğun çöküşü ve bir yıl sonra Weimar Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla Almanya’da da zafer kazanmış olmasıydı. Ancak bu bağlamda Jung ne İkinci İmparatorluk siyasetinin geri getirilmesini ne de daha mükemmel bir Alman demokrasisinin oluşturulmasını savundu; bunun yerine, Alman ulusunun ruhani yeniden doğuşunu içerecek devrimci bir yeni muhafazakârlık çağrısında bulundu. Bu ise, Almanya’nın modern çağın kaba milliyetçiliğine ve ruhsal yoksulluğuna karşı Avrupa’nın mücadelesinin liderliğini üstlenmesini mümkün kılacaktı.
Jung neden Fransız Devrimi’nin Avrupa’yı ruhen yok ettiğini ve Almanya’nın Kutsal Roma İmparatorluğu’na atıfla Avrupa’nın ruhani ve siyasi merkezi olması gerektiğini savundu?

Burada Jung’un siyasal düşüncesinin onu “muhafazakâr devrimci” olarak kendini gösteren çoğunluktan ayıran dini özüne geliyoruz. Bu bakımdan Jung, Weimar Cumhuriyeti’nin son yıllarında güvenini kazanan ve birçok bakımdan onun manevi mentoru haline gelen filozof ve teolog Leopold Ziegler’den derinden etkilenmişti. Akademik bir pozisyona sahip olmamasına rağmen Ziegler, Hıristiyanlığı Akıl Çağı ve Fransız Devrimi öncesinde Avrupa’nın manevi yaşamında sahip olduğu kutsal yere geri kazandırmaya çalışan Batı rasyonalizmi eleştirmeni olarak kendisini göstermişti. Bu da Jung’u, Die Herrschaft der Minderwertigen’de yazdıklarının çoğunu yeniden düşünmeye sevk etti; özellikle de Almanya’nın on sekizinci yüzyılın sonundan bu yana gösterdiği siyasal gelişmeye yönelik eleştirisinde gerçekleştirmek istediği şeyin ruhsal boyutuna dikkatini çekmesi bakımından. Daha da önemlisi, Jung’un Hıristiyanlık kavramı dar mezhepsel değildi; Katoliklik ve Protestanlığın çeşitli yorumlarını da kucaklıyordu. Hıristiyanlığın birleştirilmesi ise Yahudilere karşı yöneltilmemişti; Jung’un Hristiyan Avrupa’ya çöken ruhsal krizin analizinde Yahudiler kahraman ya da kurban olarak belirgin biçimde yer almıyordu.
Jung, milliyetçilik ve muhafazakârlık güçlerini, Hıristiyan değerleri Alman devleti ve toplumu genelinde hak ettikleri yere iade etmeyi amaçlayan devrimci bir muhafazakârlık bayrağı altında birleştirme mücadelesinden asla vazgeçmedi. Ancak Weimar Cumhuriyeti’nin son yıllarında, bunun mevcut siyasal sistem çerçevesinde asla gerçekleşmeyeceği Jung’a giderek daha açık hale geldi. 1930’ların başındaki Halkçı Muhafazakâr hareket içinde davası için bir dayanak oluşturmaya yönelik çabaları başarısızlıkla sonuçlandı ve Jung enerjisini yeniden, ilkeleri devrimci muhafazakârlığa dayanan yeni bir muhafazakâr parti için örgütsel çerçeveyi oluşturabileceği umuduyla Almanya genelinde genç muhafazakâr kulüpler kurmaya yöneltti. Bu arada Jung, Deutsche Rundschau’da kendi adıyla ve Westfälische Zeitung’da “Tyll” takma adıyla yazmayı sürdürdü. Burada Adolf Hitler ve Nasyonal Sosyalizmin yükselişine giderek daha fazla dikkatini yoğunlaştırmaya başladı. Jung, Nasyonal Sosyalizme şiddetle karşıydı ve Nazi hareketiyle uzlaşmanın bir yolunu arayan burjuva politikacılara karşı sadece küçümseme duyuyordu. Jung, 14 Eylül 1930’daki Reichstag seçimlerinin sonucundan özellikle ürkmüştü; zira Naziler altı milyondan fazla oy – ya da popüler oyun yüzde 14,6’sı – almış ve Reichstag’a 104 milletvekili seçtirmişti. Jung, bunun yalnızca Weimar Cumhuriyeti’yle hayal kırıklığına uğramış olanları devrimci muhafazakârlık bayrağı altında birleştirme çabası açısından değil, Almanya’nın geleceği açısından da ne anlama geldiğinin tam farkındaydı.
Jung’a göre Nasyonal Sosyalizmin yükselişiyle Aydınlanma ve Fransız Devrimi’ne kadar geri giden Batı kültürünün krizi arasında doğrudan bir ilişki vardı. Aklın zaferi ve doğal haklar doktrininin Batı Avrupa’nın değerleri ve kurumları üzerindeki parçalayıcı etkisi; Marksizm ve Nazizm gibi anti-hümanist hareketlerin kök salıp büyümesine elverişli bir durum yaratmıştı. Jung, yalnızca geç Orta Çağ’ın Hristiyan kültürüne ve onunla el ele giden hiyerarşik toplumsal düzene dönüşün, Almanya’yı ve Avrupa’nın geri kalanını modern çağın nihilizminden kurtarabileceğini savundu.
Oswald Spengler, Ernst Jünger, Carl Schmitt gibi muhafazakâr devrimcilik içindeki önemli figürlerle birbirlerini nasıl etkilediler?

Göründüğü kadar tuhaf olsa da, Jung’un doğasında anlaşmazlığa düştüğü kişilerle kamuya açık polemiklere girmek yoktu. O, anlaşmazlığa düştüğü kişilerle ideolojik tartışmalara girmektense ele alınması gereken konuları irdelemekle daha çok ilgileniyordu. Elbette Jung, Die Herrschaft der Minderwertigen’de Spengler’in karamsarlığından biraz küçümseyerek söz eder; fakat bunu genişletmez ya da Spengler’in etkisini toptan değersizleştirmez. Jung ve Jünger her ne kadar I. Dünya Savaşı’nda cephede görev yapmış ve yaygın olarak “cephe deneyimi” denen şeyi paylaşmış olsalar da, bu deneyimin ne anlama gelmesi gerektiği konusunda farklı siyasal sonuçlara vardılar. Jung’un Die Herrschaft der Minderwertigen’inde, Schmitt’in Die geschichtliche Lage des heutigen Parlamentarismus’ına (1926) olumlu bir atıf vardır; ancak birbirleriyle yazıştıklarına ya da birbirlerinin çalışmalarını değerlendirdiklerine dair bir kanıt yoktur. Bununla birlikte, iki isim 1933 Temmuz’unda Maria Laach’taki Benediktin Manastırı’nda Katolik Akademisyenler Birliği’nin (Katholischer Akademikerverband) üçüncü sosyoloji konferansında sert bir tartışmaya girdiler; bu konferans, büyük ölçüde Alman Katolikliği ile Nazi devleti arasında bir uzlaşıyı kolaylaştırmak amacıyla toplanmıştı. Schmitt, Jung’un Nazi Partisi’nin Alman Merkez Partisi (Deutsche Zentrumspartei), yani Alman Katolikliğinin siyasal partisi, örneğini izleyip kendini feshetmesi ve partisiz gerçek bir devlet yaratılması gerektiği yönündeki önerisine özellikle öfkelendi. Öte yandan Jung’un en büyük borç duyduğunu açıkladığı iki düşünür Arthur Moeller van den Bruck ve Nikolai Berdyaev’di. Moeller van den Bruck, “An Liberalismus gehen die Völker zugrunde” ifadesinin ve son derece etkili Das Dritte Reich kitabının yazarıydı. Berdyaev ise 1922’de Sovyetler Birliği’nden sürülmüş bir Rus dinî düşünürü ve Hristiyan varoluşçuluğunun kurucularından biri olarak geniş ölçüde kabul edilmektedir. Ve yaşamının son yıllarında Jung, aşırı basitleştirme riskine rağmen bir Hristiyan varoluşçu olarak tanımlanabilecek filozof ve teolog Leopold Ziegler’in artan etkisi altına girdi.
Jung’un düşüncesinin kökenleri son derece karmaşıktır ve ortak bir paydada indirgenemez. O, farklı filozof, teolog ve siyasal düşünürlerden gelen fikirleri, ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, kendi dünya ve siyaset görüşüne katmada ustaydı.
Jung’un Die Herrschaft der Minderwertigen’de demokrasiyi eleştirisinden bahsedebilir misiniz? Bu eleştiri Carl Schmitt’in parlamenterizm eleştirisinden nasıl farklıydı?
Maria Laach’taki tartışmaları bir yana bırakılacak olursa, Jung ve Schmitt’in birbirlerinin çalışmaları hakkında ne düşündüklerine dair bir kayıt bilmiyorum. Schmitt’i bildiğim kadarıyla, onun parlamenter demokrasiyi reddetmesi – Katolik olarak kalmaya devam etmişti, oysa Jung kendisini Jean Calvin’in teolojisinin bir müridi olarak görüyordu – Jung’un durumunda olduğu kadar dinle ilgili değildi. Jung, Orta Çağ’ın romantikleştirilmiş bir görüşüne sahipti ve liberalizm ve parlamenter demokrasi çağından önceki bir zamana geri dönmeyi arzuluyordu; Schmitt ise anayasa kuramcısı olarak çok daha gerçekçiydi ve Jung’un geçmişi geleceğe model olarak çağırmasına pek sabrı yoktu.
Edgar Jung 1934’te Uzun Bıçaklar Gecesi’nde öldürüldü. Onu Nazi rejimi için bu kadar tehdit eden neydi?

Birçok bakımdan Jung’un sesi çölde yankılanan bir sesti. Jung, 1920’lerin ortalarından beri Almanya genelinde kurmayı başardığı genç muhafazakâr kulüplerde sadık bir takipçi kitlesi oluşturmuş olsa da, bu onun arzuladığı türden bir etki için kesinlikle yeterli değildi. 1932 yazına kadar – Jung’un, kısa süre önce şansölye olarak atanan Franz von Papen’e hükümetinde bir görev için cesaretle başvurduğu zamana kadar – Jung’un talihi değişmeye başlamadı. Papen Jung’u derhal, onu kabinesine ya da resmî destek personeline almaksızın, konuşma yazarı olarak görevlendirdi. Bu yine de Jung’a daha önce hiç sahip olmadığı bir şey sağladı: iktidara erişim ve ulusal hükümeti içeriden etkileme fırsatı. Jung her ne kadar 1932 yazı ve sonbaharında Papen’in verdiği birçok konuşmanın metnini kaleme almış olsa da, kabinenin politikaları üzerinde doğrudan çok az etkisi oldu. 31 Temmuz 1932 Reichstag seçimlerinde Hitler ve Nazi Partisi on üç milyondan fazla oy almış ve yeni Reichstag’a 230 milletvekili sokmayı başarmışken, Papen hükümetine destek için Nazilerin ikna edilebileceğini umdu; ancak Hitler şansölyelikten aşağı bir şeye razı olmadı. 6 Kasım 1932’deki yeni seçimler, Nazilerin oy kaybetmesine rağmen parlamento hesaplarını değiştirmeyi başaramayınca Papen’in şansölyeliği sona erdi ve yerini, parlamentoda çoğunluk oluşturma konusunda selefinden daha başarılı olmayan Tümgeneral Kurt von Schleicher aldı. Papen kendi payına, eski müttefiki Schleicher tarafından gördüğü muameleden öfkelenerek Nazi parti lideri ile gizli görüşmelere girişti; bu görüşmeler 30 Ocak 1933’te Hitler’in şansölye, Papen’in başbakan yardımcısı ve kalan kabine koltuklarının ikisi dışında hepsinin bir tür muhafazakâr tarafından doldurulduğu yeni bir kabinenin kurulmasıyla sonuçlandı. Bu gelişmelerden derin bir rahatsızlık duyan Jung, başbakan yardımcısının çevresinde Nazileri uzakta tutacak bir muhafazakâr siper inşa etmesine yardımcı olabileceği umuduyla, hizmetlerini yeniden Papen’e sundu. 5 Mart 1933 için yeni seçimler belirlendi ve Jung kısa sürede Papen’in konuşma yazarı olarak çalışmaya başladı. Hükümetin parçası olmaksızın bu görevde önümüzdeki on beş ay boyunca kalacaktı.
Jung’un yaşamının son yılından üç metne odaklanarak düşüncesinin nereye yöneldiğine dair daha iyi bir fikir geliştirmeye çalışacaktır. Jung’un daha sonraki düşüncesinin Hristiyan bileşeni, 1933’ün sonlarında yayımladığı Die Sinndeutung der deutschen Revolution başlıklı broşürün sonuç bölümünde olduğundan daha belirgin hiçbir yerde değildi. Burada Jung, ulusal devrimin tek temsilcisi olduğu iddiasındaki Nazi iddialarına, ulusal devrimin itici gücünü biri milliyetçi diğeri muhafazakâr olmak üzere iki dürtüden aldığını hatırlatarak hızlıca meydan okudu. Nazileri ulusal devrimi demokratik bir yola soktukları için azarlayan Jung, bu devrimin amacının “kitlelerin siyasetten arındırılması ve devletin liderliğinden dışlanması” olması gerektiğinde ısrar etti. Jung’a göre, ancak din ve evrenselci bir dünya görüşüne dayalı yeni bir partinin kurulmasıyla Almanya 1789 ruhunun üstesinden gelebilirdi. Muhafazakârlar, devrimin liderliğini üstlenmeli ve onu insanın ve toplumun daha da ruhani ve dinî bir dönüşümüne doğru itmeliydi. Ulusal Sosyalizmin sunduğu tek şey, gerçek dinî imanın yerine geçen bir dünya görüşü, bir Weltanschauung olduğuna göre, Weimar devletinin yıkımıyla tarihsel misyonunu gerçekleştirmiş olan Alman devriminin artık kendisini Hristiyan bir devrime dönüştürme zamanı gelmişti.
Bu arada Jung, 1933 yazında Maria Laach konferansında kendisini saran kronik depresyonla hâlâ mücadele ediyordu. Bu durum, 1934 Şubat’ında Zürih Üniversitesi’nde konuşma yapma daveti aldığında değişmeye başladı. Jung, artık Almanya’da olmadığı gerçeğinden yararlanarak, aksi halde mümkün olandan daha özgür biçimde vatanındaki duruma dair konuştu. Nazi Almanyası’ndaki duruma doğrudan atıfta bulunmadan Jung, hem İtalya’daki Faşizmi hem de Almanya’daki Nasyonal Sosyalizmi, ahlaki ethosu Batı kültürünün özünde yatan Hristiyan değerlere dönüşle yoğrulacak yeni bir siyasal düzenin ortaya çıkışında geçici aşamalar olarak gördüğünü açıkladı. Jung, “Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm, arkalarında büyük ideolojik güçlerin uyukladığı siyasal olgulardır” dedi. “Ancak tarihsel diyalektiğin bu devrimci akımlara tayin ettiği rota, kitlelerin aşılmasına, yeni bir toplumun yaratılmasına, milliyetçiliğin aşılmasına, halkçı mücadelenin biçim alabileceği yok edilemez bir völkisch temelin tesis edilmesine doğru ilerler.”
Jung’un 1934’ün başında aktif siyasal hayata dönüşünün ardından siyasal inancının en önemli ifadesi, Nisan başlarında Papen için kaleme aldığı uzun bir muhtıraydı. Hitler’e karşı muhafazakâr muhalefeti harekete geçiren hedefleri ayrıntılandırırken Jung, Fransız Devrimi’nin miraslarına yönelik fazla tanıdık tiratlarının ötesine geçti ve meseleyi, Batı kültürünün Hristiyan-muhafazakâr yeniden doğuşunun sonucunu Avrupa’daki beyaz üstünlüğünün geleceğine bağlayan belirgin biçimde ırkçı terimlerle yeniden tanımladı. Bu bağlamda Jung, Avrupa ulus-devletinin mevcut hâliyle son bulması ve merkezi gücün kabaca Ortaçağ Alman İmparatorluğu çizgileri doğrultusunda yeniden dağıtıldığı yeni bir Avrupa düzeninin ortaya çıkması çağrısında bulundu. Bu çözüm Nazi milliyetçiliğinin kalbini doğrudan hedef alıyor ve Almanya’nın içinde bulunduğu diplomatik izolasyondan sıyrılmasını mümkün kılacaktı. Aynı zamanda Jung, Almanya’nın yanı sıra Kutsal Roma İmparatorluğu’nun topraklarını da kapsayacak egemenliğe sahip bir imparatorluk naibinin atanmasını ve seçilmiş bir monarşinin kurulmasını talep etti. Dahası Jung, naibin NSDAP üyesi olamayacağını şart koştu.
Jung’un Nisan 1934 muhtırası, yalnızca Avrupa devlet düzeninin yeniden örgütlenmesine ilişkin sunduğu öneriler bakımından değil, aynı zamanda Almanya’da Nazi devletine karşı silaha sarılmaya hazır olanlar için bir eylem çağrısı olarak hizmet edecek olması bakımından da dikkat çekiciydi. Elbette, Hitler’e karşı bir darbe planlamaya dahil olanların hepsi Jung’un hedefleri veya ideolojisiyle aynı fikirde değildi; aslında çok azıydı. Onların Jung’da hayranlık duydukları şey, Hitler ve rejimine karşı tavır almakta gösterdiği cesaretti; ancak bu, ortak paydası Hitler ve yandaşlarını iktidardan uzaklaştırma gereği dışında indirgenemeyecek kadar karmaşık bir komplonun yalnızca bir başka katmanını temsil ediyordu. Bununla birlikte, eylem, Jung’un, başbakan yardımcılığı makamında çalışan personelinden bazılarıyla birlikte Papen için kaleme aldığı ve 17 Haziran 1934’te Marburg Üniversitesi’nde yapılacak bir konuşmayla tetiklenecekti. Hitler konuşmanın metninden öfkeye kapıldı ve Alman basınında bundan bahsedilmesinin sansürlenmesini ve bundan sorumlu olanların uygun şekilde cezalandırılmasını derhal emretti. İçinde bulunduğu tehlikenin tamamen farkında olan Jung, postayla gelen parayı almak için Berlin’deki dairesine gittiğinde on gün sonra tutuklandı. Üç gün sonra Berlin dışındaki bir ormanda vuruldu; bu, Üçüncü Reich tarihinde “Uzun Bıçaklar Gecesi” olarak bilinen olayın bir kurbanıydı.
Jung ile Batı dünyasındaki muhafazakâr entelektüel akımlar arasında bir bağlantı var mıydı, yoksa o tamamen tarihsel bir figür olarak mı kaldı? Jung’un fikirleri çağdaş siyasal tartışmalarda yeniden yorumlanabilir mi?
Dürüst olmak gerekirse Jung’un düşüncesini Batı dünyasındaki muhafazakâr entelektüel akımlarla ilişkilendirmekte çok zorlanıyorum. Düşüncesi büyük ölçüde yaşadığı dönemin ürünüydü ve söylediklerinin çoğu bugün kulağa boş geliyor. Bu, özellikle Aydınlanma ve Fransız Devrimi öncesi dönemi post-liberal dünyanın gelişimi için referans noktası olarak çağırmasında geçerlidir. Jung’un sonunda uğradığı akıbeti de içerecek biçimde, inançlarının cesaretine sahip olmasını ne kadar hayranlıkla karşılasak da, modern dünyanın sorunlarına getirdiği çözüm arkaik ve gerçekçi değildir. Bugün kim Fransız Devrimi’nden önceki dünyaya geri dönmeyi hayal ediyor ya da içinde yaşadığımız dünyanın gelecekteki gelişimi için bir referans noktası olarak bunu kullanmayı düşünüyor? Bugün kim sorunlarımızı çözmek için tarihin saatini iki yüz ya da daha fazla yıl geriye çevirmeyi aklına getirir? Jung, yaşadığı dönemin adamı olarak, geçmişe yaptığı çağrı modern toplumun ve modern devlet sisteminin bugün karşı karşıya olduğu sorunları çözmek için uygun olmayan bir düşünür olarak en iyi şekilde anlaşılır.