Robert Steuckers: Armin Mohler, Jünger’in değil, Schmitt’in okuyucusu olarak, muhafazakar devrimin ilkeleri adına Gaullisttir

Armin Mohler, Almanya’da Muhafazakâr Devrim 1918-1932 adlı kitabını yazdığında, kendisinden sonra uzun süre tartışılacak önemli bir miras bırakmıştı. Bir dönem Ernst Jünger’in sekreterliğini de yapan Mohler, muhafazakâr devrimciliğin kilit figürlerinden biri. Mohler’i, Avrupa Yeni Sağı’nın önde gelen isimlerinden ve Synergies européennes hareketinin kurucusu Robert Steuckers ile konuştuk.

Armin Mohler ve onun Die Konservative Revolution in Deutschland 1918–1932 (Almanya’da Muhafazakar Devrim 1918–1932) adlı eserinden bahsedebilir misiniz? Bugün hala tartışmalı olan “muhafazakar devrim” kavramını kullanarak, tam olarak neyi kastetti ve hangi düşünce çerçevesini oluşturmaya çalıştı?

Armin Mohler

Armin Mohler ile ilişkilerim esasen telefon görüşmelerinden ibarettir, özellikle de Münih’te Baron Caspar von Schrenck-Notzing tarafından yönetilen Criticon dergisi bağlamında. 1978-79 yıllarında, Georges Hupin’in yönettiği GRECE-Brüksel dergisi için, Armin Mohler ile Katolik ve Aristotelesçi-Thomist filozof Thomas Molnar arasındaki ünlü tartışmayı özetledim. Bu tartışma “tümeller sorunu” (querelle des universaux) üzerineydi: Molnar, Thomist gelenekte olduğu gibi tümelleri savunuyor, bunların tümüyle yeniden ihya edilmesi gerektiğini, aksi takdirde çöküşün durdurulamayacağını söylüyordu. Mohler ise, tümellerin artık yalnızca genelgeçer ve içi boş klişelere dönüştüğünü, bu nedenle herhangi bir siyasi dinamizm sağlayamadığını düşünüyordu. Belki biraz beceriksizce, kendisini “nominalist” olarak tanıtıyor, ulusal ya da yöresel bütün farklılıklara dikkat kesiliyordu; buna karşılık Batı liberal ideolojisinin “genellemelerine” (die All-Gemeinheiten, diyordu) cephe alıyordu. Molnar ise, bu liberalizmin, ortak yaşamın bütün sağlam temellerini çözüp yerine “fırsatçı bireycilikler” (Carl Schmitt) getirdiğini düşünüyordu. Bu özeti, Brüksel’de küçük ve tanınmaz bir öğrenciyken kaleme almıştım ve bu metin, frankofon “yeni sağ” çevrelerinde bir tartışmanın fitilini ateşledi. Tartışma zamanla söndü ve bugün artık bu çevreler, esasen Paris merkezli olan bu ortam, Mohler’in çalışmalarını unutmuş durumdadır; oysa onun eserleri “muhafazakâr devrim” temasının çok ötesine geçiyordu.

Daha sonra Mohler, İsrailli tarihçi Zeev Sternhell’in, 1871’de Napolyon III’ün ordularının yenilgisinden sonra doğan ve intikam arzusuna saplanmış Fransız “devrimci sağ” hareketi üzerine yaptığı didaktik çalışmayla ilgilendi. Bu dönem, özellikle General Boulanger’in bir askeri-halk darbesi planladığı macera ile belirgindir ve Weimar Cumhuriyeti’nin en çalkantılı yıllarında Ernst Jünger’in de ilgisini çekmiştir. Jünger, Boulanger tarzı bir darbenin, 1918 Kasım günlerinden sonra iktidara gelen parti-demokrasisinin yolsuzluklarından çok daha “temiz”, daha “asil” bir iktidar alma yolu olduğunu düşünüyordu. Mohler, Sternhell’in La droite révolutionnaire adlı kitabını Criticon için son derece didaktik biçimde özetledi. O sırada GRECE-Brüksel’in faaliyetlerine katılan Elfrieda Popelier bu metni çevirmeye girişti ve ben de Cenevre’de, Thierry Mudry’nin (Jean-Jacques Rousseau’nun bazı yönleri üzerine, Noel O’Sullivan’ın görüşlerinden esinlenen) bir metniyle ve Sternhell’in çalışması üzerine kendi yorumlarımla birlikte, kapsamlı bir broşür olarak yayımlamaya karar verdim. Bu yorumlarım, Köln’de Gesamtdeutscher Studentenverband (GDS) kürsüsünde yaptığım bir konferansın metnine dayanıyordu; bu girişimi bana, artık hayatta olmayan iki arkadaşım, Günter Maschke ve Peter Bossdorf önermişti. Kitap epey ilgi gördü ve birçok baskı yaptı.

O sıralarda Die Konservative Revolution in Deutschland 1918–1932 neredeyse bulunamaz durumdaydı, yeniden basılmamıştı. 1988-89 yıllarını beklemek gerekti; o zaman “Wissenschaftliche Buchgesellschaft” yeni bir baskı yaptı. Ben de bu baskıyı, kendi dergim Vouloir için özetledim. Anvers’teki Tekos dergisinin yöneticisi de aynı eseri tanıtmış, Alman muhafazakar devrim yazarları ile onlara yakın ya da onlardan esinlenen Flaman ve Hollandalı yazarlar arasında karşılaştırmalı notlar eklemişti. Bu kapsamlı incelemeyi de ben çevirdim ve frankofon okurlar için notlarla tamamladım.

Bu çok önemli kitabın doğduğu bağlamı anlamak için şunu söylemek gerekir: Mohler, 1949’dan itibaren Ernst Jünger’in sekreteriydi; bu, iki Almanya’nın ve NATO’nun kurulduğu yıldır. İkisi, Almanya’nın en azından II. Bismarck Reich’ının kuruluşundan beri üretmiş olduğu verimli fikirler ve düşünceler üzerine tartışmak zorundaydılar. 1945 yenilgisi, böyle düşüncelere dayalı herhangi bir restorasyon projesini, hele ki 1918 ile Hitler’in iktidara gelişi arasında geçen yılları besleyen fikirleri tamamen geçersiz kılmış görünüyordu. Bu yüzden bütün bu fikirlerin bir envanterini çıkarmak gerekiyordu; böylece bir iz kalacak, belki yeni cesur ruhlar bunları devralıp güncelleyecek, Amerikan servislerinin kurduğu düzenin çöküşünden sonra yeni bir gerçekliğe aktaracaktı.

Sekreter olduğu dönemde tuttuğu dağınık notlarında (bkz. Ravensburger Tagebuch – Meine Jahre mit Ernst Jünger, Karolinger Verlag, Viyana, 1999), Mohler bu doktora tezinin fikrinin nasıl doğduğunu kısaca anlatır. Jünger’in sekreterliğine talip olduğunda, ondan şu uyarıyı alır: “Önce mutlaka öğrenimini tamamlamanı istiyorum.” Jünger, hayatını sadece kendisine adamış saf bir idealistin geleceğini feda etmesini istemiyordu. Bu, sonraki devrimci-muhafazakâr ya da yeni sağ çevrelerde pek az kişinin gösterdiği bir bilgelikti. Mohler, bu doktora tezinin hocası olması için sakin filozof Karl Jaspers’e başvurur. Jaspers kabul eder, hatta Mohler tezde kendisine yönelik bir polemik yürütmüş olsa bile. “Şu sayfada bana karşı polemik yaptığınız doğru mu?” diye sorar. Mohler bunu doğrular. Jaspers şöyle der: “Biz filozoflar, çoğu zaman bağrımızda yılan besleriz ama sanırım siz felsefeyle pek iş yapmayacaksınız ileride…” Mohler daha sonra Jünger’e, neden bu teze bu kadar önem verdiğini sorar. Cevap: “Hiç önemi yok; ama doktora unvanını almamanızdan sorumlu olmak istemedim.”

O dönemde Ernst Jünger, 1920’ler ve 1930’larda savunduğu radikal siyasi-felsefi tezlerinden vazgeçmişti (en azından 1934’e kadar). Ulusal devrimci ve “askerî” yazarın ideolojik sertliğinden meditasyona geçmişti ve gelenekçi pozisyonlara kayıyordu. Bu pozisyonları, Almanca dil alanında bugüne kadar eşi benzeri olmayan olağanüstü bir dergi olan Antaios‘ta dile getiriyordu. Daha genç olan Mohler, İsviçre’den kaçtığı sırada (Basel doğumludur), Ocak’tan Aralık 1942’ye kadar Berlin kütüphanelerinde Jünger’in milliyetçi-devrimci tüm makalelerini elle kopyalamaya zorladığını hatırlıyordu.

Jaspers’te ise, eleştirilerine rağmen Mohler’in benimsediği önemli bir fikir vardı: “Eksen dönemleri.” Tarihte bazı eksen dönemlerinde çığır açıcı fikirler ortaya çıkar, uygarlıkların donuklaşmış gidişatını sarsar ve değiştiren bir yön kazandırır. Jaspers için Buda, Sokrates, İsa, kendi uygarlık çevrelerinde böyle sarsıcı fikirler getirmişti. Mohler’e göre bu kavram, bizim uygarlık çevremize de uygulanabilirdi; özellikle de Nietzsche’nin “tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi” çağrısından itibaren. Alman muhafazakâr devrimi, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nden bu yana kurulu çerçeveleri aşacak potansiyellere sahipti. Daha sonra Sternhell, Jules Soury, Hippolyte Taine ve (millî-devrimci Jünger’in de değer verdiği) Maurice Barrès gibi Fransız “sağ devrimcilerinin” Üçüncü Cumhuriyet’in burjuva ideolojisini yıkmak için bütün gerekli unsurları kâğıda döktüklerini göstermiştir.

Pratik nedenlerle ve tamamen kapsamlı olmak imkânsız olduğundan, Mohler’in tezi araştırma alanını 1918’deki İmparatorluk’un çöküşünden 1933 Ocak ayında Nasyonal-Sosyalistlerin iktidara gelişine kadar sınırladı. Ancak o yıllarda tartışılan fikirler gökten zembille inmedi; kökenleri, kimi zaman “diğer Aydınlanma”ya, Johann Gottfried Herder’in ya da 18. yüzyılda Hamann’ın eserlerine dek uzanıyordu. Bu nedenle Mohler, Sternhell’in La droite révolutionnaire çalışmasını selamladı; çünkü bu eser, Batı’da liberalizmin ürettiği, donuklaştırıcı “genellemeler”e karşı özellikle verimli bir dönemi inceliyordu (Rusya’da bu tür eleştiriler çok daha az ölçüdeydi; orada batıcılık eleştirisi, Fransız sağ devrimcilerinin ve daha sonra Weimar döneminin muhafazakâr devrimcilerinin ve millî-devrimcilerinin çalışmalarına dolaylı olarak yaklaşıyordu; Arthur Moeller van den Bruck, Dostoyevski’nin seçkin bir çevirmeni olarak bu köprüyü kuruyordu).

Jünger ile Mohler arasındaki kopuş 1953’te oldu; nedeni, Jünger’in 1920’ler ve 1930’lardaki bazı metinlerini bizzat sansürlemesiydi. Mohler, bunların eksiksiz ve sansürsüz basılmasını istiyordu. Mohler bu konuda şöyle dedi: “Jünger’in gençlik yazılarını sansürleyerek kendisine uyguladığı bu kendini budamaya karşı kamuoyunda protesto etmiştim. Usta için, sekreterinin verdiği bu ders fazlaydı.”

Daha sonra, birçok görev ve işlevin yanı sıra, Mohler 1961’de Münih’teki Carl von Siemens Stiftung’un sekreteri oldu ve 1985’e dek bu görevde kaldı. Bu çerçevede, benim kendi metapolitik görüşlerimin oluşumunda belirleyici olan kolektif eserleri destekledi; özellikle Der Ernstfall. Ardından Kursbuch der Weltanschauung ve Der Mensch und seine Sprache (benim üniversite öğrenimim bağlamında); son olarak da Die deutsche Neurose (1945 sonrası Almanya üzerine).

Siyasi bakımdan Mohler açıkça angaje biriydi ve bazı sahte hayranlarının yaptığı gibi, yalnızca odasında metapolitika yapmıyordu. Bu yüzden, Franz Schönhuber (Republikaner’in lideri), ünlü tarihçi Hellmut Diwald (büyük polemiklerden çekinmeyen) ve Amerikalılaşmış siyaset biliminin keskin bir eleştirmeni olan Hans-Joachim Arndt ile birlikte Bad Homburg’da bir “Deutschlandrat” (Alman Konseyi) kurdu. Daha sonra Schönhuber’in Republikaner hareketini destekledi ve onların bildirgesinin büyük bölümünü, Siegburger Manifest’i (1985), kaleme aldı.

Bu akımın içinde, “muhafazakar devrimciler” hangi farklı akımlara veya eğilimlere ayrılıyorlardı?

Günümüz tartışmaları için hala bir önemi olduğu için bugün hatırlanması gereken başlıca akımlar, “ulusal devrimciler”, “völkisch” (Fransızcada ‘folciste’) akımı ve “Jungkonservative”dir. Şahsen, Schleswig-Holstein’daki “köylü hareketi”ni “ulusal devrimciler” arasında sayıyorum, çünkü bu hareket Jünger kardeşler ve Ernst Niekisch’in açık ve net desteğini almıştı. Daha sonra, 1945’ten 21. yüzyılın ilk yıllarına kadar, arkeoloji, dilbilim ve filoloji gibi doğrudan politik olmayan bazı akımlar, tartışmalardan önce dışlanmış, ancak daha sonra, özellikle prehistorik veya protohistorik arkeoloji alanındaki araştırmaların yeni teknikler sayesinde geçerliliğini ortaya koymasıyla, büyük bir hızla geri dönmüştür!

“Ulusal devrimci” akımdan, hayranları ve karşıtları esas olarak aşırılıkları (Jünger’in 1953’te ortadan kaldırmak istediği aşırılıkları) hatırlarlar. Kullanılan dil kesinlikle sert idi, ancak son dönemlerde, özellikle 2014’teki Kiev Maidan olaylarından ve BRICS ülkelerinin gelişmesinden bu yana, bu akımda birçok çağdaş sorunun köklerini keşfedebiliriz. Weimar Cumhuriyeti dönemindeki ulusal devrimciler, Almanya’nın dış politikasını, dönemin büyük partilerine bağlı liberaller, Hıristiyan demokratlar ve sosyalistlerden çok farklı bir şekilde görüyorlardı. Onlar için Almanya “batılı bir ülke” değildi, çünkü batı, onların gözünde, derin devletinde püriten ve Cromwellci temellere sahip İngiltere ve agresif ve fanatik cumhuriyetçi ideolojik karmaşasıyla Fransa’dan ibaretti. ve son olarak, dış politikada Wilsoncu uygulamaları ve Almanya’yı finansman ve kurtarma planları (Young ve Dawes planları) sunarak kendi kontrolü altına alma isteği ile kısa görüşlü Alman burjuvazisi tarafından kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’nden ibaretti. Bu Amerikan politikası, 1945’ten sonra Marshall Planı ile ve yeni Şansölye Merz’in önderliğinde BlackRock’un şu anki kontrolü ile sürdürülecektir.

Daha sonra, 1920’ler ve 1930’larda Alman ulusal devrimciler, Batı üçlüsünün dayattığı kıskaçtan kurtulmak için, Almanya’nın güçlerini genç Sovyetler Birliği’nin (burada ebedi Rusya’nın yeni bir avatarı gördüler) ve Kuo-Min-Tang Çin’in güçleriyle birleştirmeyi planladılar (Alman askeri danışmanlar, aralarında General Hans von Seekt’in de bulunduğu) tarafından desteklenen Çin ile güçlerini birleştirmeyi planladılar. Alman-Rus-Çin “Üçlüsü”nden söz ediyorlardı ve bu üçlüye, İngiliz boyunduruğundan kurtulan Hindistan, Şah Pahlavi tarafından yeniden canlanan İran, Kemalist Türkiye ve Arap bağımsızlıkçıları (özellikle Iraklılar ve Suriyeliler) da kısa sürede katılacaklardı. Bu, aslında Primakov’un önceden savunduğu politikaydı! Kuo-Min-Tang’ın anti-komünist baskısından sonra Sovyetler ve Çinliler arasında çıkan anlaşmazlıklar, Sovyetler Birliği’nin, Çinli milliyetçiler bu üçlüye dahil olduğu sürece, potansiyel bir “üçlü ittifak”a katılmayı artık düşünmemesine neden oldu. Hitler’in iktidara gelmesi, böyle bir Avrasya Üçlüsü’nün kurulma olasılığını daha da azalttı. Böyle bir “üçlü ittifak”ın kurulması için yapılan düşünceler ve eylemler, Jünger, Niekisch, Fischer ve Paetel’in konferanslarına katılan bir öğrenci tarafından derinlemesine incelenmiştir. Bu öğrencinin adı Otto-Ernst Schüddekopf (1912-1984) idi. Bu konuda kapsamlı bir eser kaleme aldı, ancak Paris ve başka yerlerdeki kendilerini “ulusal devrimci” veya “neo-sağcı” olarak adlandıranlar bu eseri asla alıntılamazlar, bilmezler ve bilmek de istemezler: Nationalbolschewismus in Deutschland 1918-1933 (Ullstein, 1960-72). Batı üçlüsüne boyun eğmeyi reddetme fikrini Mohler, Chicago Papers (İngilizce yazılmış) adlı eserinde güncelleyerek aktarmıştır. Kısa bir metin olan ve bir dizi kısa yönerge içeren bu eser, ülkesini Londra, Washington ve Paris’in yaydığı zararlı etkilerden kurtarmak isteyen her Avrupalı için bir rehber niteliğinde olmalıdır (Paris, Mohler’in hayran olduğu 1960’ların Gaullist bağımsızlık politikasına geri dönmedikçe).

Folkist hareket (völkisch) bilimsel olarak incelenmiştir, ancak bu inceleme yakın zamanda yapılmıştır. Bu hareket, 1971’de Alman İmparatorluğu’nun ilan edilmesinden hemen sonra ortaya çıkmıştır. Bu ilan, Fransa’nın 5 milyar altın frank tutarında önemli bir savaş tazminatı ödemesine yol açmıştır. Kötü yönetilen bu sermaye akışı, 1873’te bir finansal krize yol açar ve bu da en az zengin orta sınıfları büyük ölçüde memnuniyetsiz hale getirir. Bu sınıfların içinde, milliyetçilik ve sosyalizmi birleştiren ideolojik alternatifler ortaya çıkar, ancak bunlar heterojen biçimlerde ve her zaman gençliğin özgürleşme hareketi, neo-ruralizm, ekoloji, “yaşam reformu” hareketleri (nudizm, vejeteryanlık, hayvan hakları, alkol karşıtlığı vb.) gibi diğer politik olmayan akımlarla da karışıyordu. Folkist hareket, sosyal demokrasi veya Hıristiyan demokrasisi (Zentrum) veya bazı liberal partiler (o dönemde liberalizm de heterojen bir yapıya sahipti) ile karşılaştırılabilir bir siyasi “sütun” oluşturmayı başaramadı. 1871 ile 1914 yılları arasında tüm folkist girişimlerin ortak paydası olan sistemin reddi, bugün Avrupa’nın her yerinde ortaya çıkan popülist hareketlerde de görülmektedir. Bunun nedeni, 2008’deki finansal krizin etkilerinin henüz çözülmemiş olmasıdır. Bu finansal krize, ahlaki, siyasi, göçle ilgili vb. diğer krizler de eklenmektedir. Dolayısıyla, mevcut sisteme karşı bir itiraz olarak folkist hareketi incelemek, kendi dönemimizi anlamak için yararlıdır.

Mohler ile şahsen tanışmıştınız. Onu nasıl hatırlıyorsunuz? Onun entelektüel kişiliği ile bireysel karakteri arasında nasıl bir ilişki olduğunu düşünüyordunuz?

Mohler ile olan ilişkilerim, daha önce de belirttiğim gibi, esasen telefon aracılığıyla gerçekleşiyordu. İlk temasımız, Mart–Aralık 1981 arasında Paris’te Nouvelle École dergisinin yazı işleri bürosunda çalıştığım dönemde oldu: tanıştık ve bir sonraki görüşmede, Münih’teki Herbig yayınevi tarafından yayımlanan “mavi seri” adını taşıyan yeni bir kitap dizisini konuştuk. Bu dizinin amacı, ulusal-devrimci çizgide alışılmışın dışında ve uyumsuz tezleri yaymaktı (örneğin Henning Eichberg’in bir kitabı ve Uwe Sauermann’ın Niekisch üzerine yaptığı doktora tezinin özeti bu seride yayımlandı). Aynı yıl, sonbaharda, Mohler, Flandre’de Tekos dergisinin düzenlediği bir kolokyum için Laarne Şatosu’na geldi: yüz yüze ilk karşılaşmamız böyle oldu. Not etmek gerekir ki, o çalıştayın katılımcıları arasında Belçikalı sosyalist teorisyen ve bakan Henri de Man’ın eski sekreteri Edgard Delvo da vardı. De Man, planizm teorisiyle tanınmıştı; bu yaklaşım, öğrencilerinden André Philip aracılığıyla gaullizm üzerinde etkili olacaktı (Philip, o dönemin Alman iktidarıyla herhangi bir uzlaşmayı reddetmişti).

1983’te Mohler, GRECE’nin Paris’te düzenlediği bir kolokyuma katıldı. Temmuz 1984’te ise Münih’teki evinde kendisini ziyaret ettim. Eşi Edith ile tanıştım; o, her zaman sadakatle ve karşılık beklemeden eşinin girişimlerini desteklemiş, aynı zamanda en kusursuz nezaketin timsali olmuştu. O gün korkunç bir sıcak vardı, hepimiz bu kavurucu havadan çok bunalmıştık; bu yüzden uzun sohbetler ne yazık ki mümkün olmadı. Hepimiz bitkin ve halsizdik. Ev, kitaplarla tıklım tıklımdı, özellikle de sanat kitaplarıyla; çünkü Mohler, sürekli politika ve metapolitikaya ilgi duymasının yanı sıra, aynı zamanda çok derin bir sanat tarihçisiydi ve avangardların hem politik-ideolojik hem de estetik açıdan devrimci mesajlarının uzmanıydı. 20. yüzyıl ideolojilerini, avangardların belirli aralıklarla yaptıkları çıkışları hesaba katmadan anlamak imkânsızdır. Almanya için dışavurumculuk, Fransa için sürrealizm ve onun çok sayıda türevi, Belçika ve Flaman hareketi için Wies Moens, Paul Van Ostaijen, Michel Seuphor ve Marc Eemans örnek gösterilebilir. Bu avangardların ilk siyasi bağlılıkları çoğu kez komünistti, ancak sonraki gelişimleri onları farklı ve çeşitli ufuklara taşıdı; hep dönemin konformizmine ve özellikle hâkim partilerin sığ politikacılığına karşı oldular. Tıpkı genç öğrenci Mohler’in ilk metapolitik arayışlarında sola yönelip, sonra geri kalan tüm ideolojik yolculuğu boyunca sert bir sağ çizgiye kayması gibi.

1984 Temmuz’undaki o kavurucu günde, Mohler beni apartmanının yükseltilmiş bodrum katına indirdi; burada kütüphanesinin en değerli hazinelerini saklıyordu: imzalı, orijinal ve çok nadir eserler. Çünkü Mohler aynı zamanda titiz bir koleksiyoncu idi.

Georges Sorel

Onun entelektüel kişiliğine gelince, araştırmalarında titiz ama açıklamalarında her zaman öğretici, harekete geçmeye çağrılarında ise sarsıcı bir üsluba sahipti. Amacı, yeni bir devrim filizlendirmek için radikal veya yıkıcı metinlerdeki özü keşfetmeye yönlendirmekti. Alman kültür çevresinin geçmiş ideolojik mirasını çok iyi biliyordu ama hiçbir zaman belirli bir geçmişe hapsolmuyordu. Caspar von Schrenck-Notzing’in Criticon dergisinde Mohler’in bize açtığı ufuklar hakkında Marc Lüdders’in bana yıllar önce yönelttiği bir röportajda cevap verme fırsatım oldu. O açtığı ufukların hiçbirinde doğrudan tarihî olaylar, kişiler ya da vakalar yoktu; tek istisna Georges Sorel idi. Sorel’i temel, vazgeçilmez bir referans olarak görüyordu. Hatta denebilir ki, Mohler “muhafazakâr-devrimci” olmadan önce “Sorelci”ydi (gerçi “muhafazakâr” kelimesini bazen kullansa da aslında kendisine çok uygun bulmazdı).

Mohler, çağdaş fikirlere her zaman dikkat kesilir, çoğu kez görünüşlerin tersine, onlarda Jüngerci muhafazakâr devrimin devamını görürdü. Bu özellikle, Wolfgang Welsch ile birlikte postmoderniteye verdiği tanımda geçerlidir. Postmodernizm, bugün Batı’da neoliberal pratiğin yedeğinde çürümüş hâkim ideolojiye dönüşmüştür. Oysa Welsch ve Mohler’e göre postmodernite, Aydınlanma’dan (ve Kartezyenlikten – sürrealistlerin de karşı çıktığı şeylerden) türemiş liberalizmin donukluklarına karşı bir akım olmalıydı. Günümüzde Aleksandr Dugin de benzer bir görüştedir: modernitenin ötesine geçilecekse bu, bugünkü resmî postmodernizm değil, sisteme karşı yeni bir ufuk olmalıdır; çünkü mevcut sistem Batı’yı ve tüm Amerikan dünyasını kültürel ve politik bir bataklığa sürüklemiştir, üstüne de wokizm ve “iptal kültürü” eklenmiştir. “Yeni Sağ” içinde bu bakışa benzer bir perspektifi yalnızca Guillaume Faye geliştirdi: yumuşak, liberal modernite terk edilmeli, bunun yerine köklerini Yunan mitolojisi ve presokratik düşüncede unutmayan faustçu-teknikçi bir modernite benimsenmelidir. Faye buna “arkeofütürizm” adını verdi.

Mohler’in kişisel karakter özelliklerine gelince: özellikle bir gurme (ve biraz da obur) idi; Fransız mutfağının iyi yemeklerini, Burgonya ve Bordeaux bağlarının şaraplarını severdi. Ve daha önce söylediğim gibi, ele aldığı konularla ilgili her şeyin ateşli bir koleksiyoncusuydu.

Ernst Jünger’in sekreteri olması, Mohler’in entelektüel yolculuğunu etkiledi mi? Onun Jünger’le ilişkisi neydi, aynı zamanda muhafazakâr devrim’in diğer figürleriyle ilişkisi nasıldı? 

Armin Mohler, Gretha ve Ernst Jünger

Jünger’in yanında geçen 1949 ile 1953 arasındaki yıllar, kuşkusuz Mohler üzerinde belirleyici bir etki bıraktı, ancak onun temel fikirleri, Jünger’in Konstanz Gölü (Bodensee) kıyısındaki Ravensburg’daki yeni evine gitmeden önce, yani Friedrich-Georg Jünger’in de yaşadığı bu bölgede, zaten şekillenmişti. Daha önce de söylediğim gibi, Mohler 1920’ler ve 1930’lardaki ulusal-devrimci hareketi yeniden canlandırmak, Weimar Cumhuriyeti’ne yöneltilen ulusal-devrimci eleştiriler kadar sert eleştirilerle yeni Federal Cumhuriyet’i hedef almak ve nihayetinde Amerikalılar tarafından dayatılmış bir rejimi yıkmak istiyordu. Tıpkı ulusal-devrimcilerin, Fransızlara teslim edilmiş, tazminatlarla boğuşan ve Amerikalıların Alman ekonomisinin dümenine geçtiği, Wilson ilkeleri adına her türlü egemenlik ya da bağımsızlık iddiasının kriminalize edildiği, topal bir rejimi yok etmek istemeleri gibi. (Ama bu durumun ilk kurbanı, Mançurya’yı ele geçirdikten sonra hedef alınan Japonya olmuştu.)

Mohler kuşkusuz Carl Schmitt’in bir okuruydu ve “büyük alan” (Avrupa) fikrini, benim alanıma yabancı bir gücün müdahalesinin yasaklanması ilkesini (yani Amerika’nın Avrupa’ya veya Asya’ya karışmasının engellenmesini), siyasî süreçte kararın önceliğini, bir ülkenin tarihinde istisna hâlin önemini vs. benimsedi. Bir gün şunu da dile getirdi: Carl Schmitt’in daima hareket ettiği Katolik sistem ona yabancıydı. Aynı şekilde, Criticon dergisinde polemiğe girdiği Katolik Thomas Molnar’ın Aristotelesçi-Thomasçı sistemi de ona yabancıydı. Mohler “nominalist”tir (her ne kadar bu terim pek talihli olmasa da), yani kahramanca varoluşçudur. Çünkü Katoliklerin tutunduğu her türlü özsel kesinliğin ötesinde, Mohler’e göre karizmatik bir önderin ya da güçlü bir seçkinler zümresinin iradesi tarihin akışını değiştirebilir: onun tarih anlayışı ne doğrusal ne de döngüseldir.

O, geçmişin tüm mirasını inkâr ederek ya da unutarak, durmaksızın geleceğe doğru yürüyen kaçınılmaz bir ilerlemeye inanmaz. Böyle bir yürüyüş kalıcı olamaz; er ya da geç çıkmaza girer ve çöküşe sürüklenir. Aynı şekilde, düzenli olarak aynı şeyin geri dönüşüne de inanmaz. Onun tarih anlayışı küreseldir: zamanın küresi kendi ekseni etrafında döner ve karizmatik lider ya da güçlü elit, iradesiyle ve yalnızca kudretinin icrası ile küreyi kendi seçtiği yönde döndürebilir. Ve böylece, siyasî, ulusal veya uygarlığa dair bir bütünün tarihinde yeni bir dönemi açabilir. Yeni değerler tesis ederek ya da önceki çağın yorulmuş değerlerini dönüştürerek. Kısacası, böylece yeni bir “eksen çağı”nın başlaması söz konusu olur. Dolayısıyla ebedî tümeller, kalıcı genellikler yoktur. İşte bu noktada Mohler, Nietzschecidir: “Amor fati.”

Muhafazakar devrim hareketi Almanya dışında nasıl karşılandı? Fransa ve İtalya’daki akımlarla ne tür ilişkiler geliştirdi? Sizce bugün hâlâ “muhafazakar devrim” olarak nitelendirilebilecek bir hareket var mı?

Almanya dışındaki muhafazakar devrimciliğin etkisini anlamaya çalışmak için, önce şunu bilmek gerekir: Almanca dili 1940’tan önce İskandinav, Hollanda/Flandre, İsviçre, Macar, Çek, Leh, Hırvat veya Sloven çevrelerinde (en azından okuma yoluyla) bugün olduğundan çok daha iyi biliniyor ve kullanılıyordu. Bugün artık her şey İngilizceye geçmiş durumda. İtalya’da da 1940’tan önce Alman düşüncelerine ilgi büyüktü ve bugün de Avrupa’nın başka yerlerine kıyasla bu ilgi İtalya’da hâlâ daha canlıdır. Bununla birlikte, Alman muhafazakar devriminin büyük figürlerinin artık tüm dünyada klasik hâline geldiğini düşünüyorum: Kendi çalışmanızı göz önünde bulundurmanız ve Carl Schmitt’in metinlerinin artık Xi Jinping’in Çin’inde vazgeçilmez referanslar hâline geldiğini bilmeniz yeterli. Mohler bir keresinde, muhafazakar devrim üzerine yaptığı doktora tezinde alıntıladığı yazarların beşte dördünün unutulduğunu ya da bugün artık hiçbir önem taşımadığını söylemişti. Bu doğru. Ama büyük klasikler günümüzdeki temel tartışmalarda her zamankinden daha önemli: Jünger, Spengler, Schmitt, Haushofer, sistemi sorgulamak söz konusu olduğunda hâlâ vazgeçilmez düşünürlerdir ve tüm keskinliklerini korumaktadırlar. Onlar yenilmişlerin kampına aittiler, ancak galipler kurdukları sistemi işler halde tutmayı başaramadılar. Bu sistem batıyor, her yanından su alıyor, özellikle de 2008 krizinden beri. Az önce saydığım dörtlünün sunduğu reçeteler, liberal-Amerikancılığın başarısızlıklarına çare bulmak ve Mohler ile Welsch’in öngördüğü, bugün de Dugin’in dile getirdiği gerçek bir postmoderniteye geçiş için gerekli reçetelerdir.

De Gaulle

Mohler, 1953’ten itibaren Fransa’da çeşitli Alman ve İsviçre-Alman gazetelerinin muhabiriydi. Paris’te dört-beş yıl kaldı. 1963’te, yani De Gaulle ile Adenauer’in Fransız Cumhurbaşkanı’nın yazlık ikametgâhı olan Colombey-les-deux-Églises’de bir araya gelerek Fransız-Alman uzlaşmasının temellerini attığı yılda, daha sonra yaptığı gözlemlerden gaullizm üzerine bir bilanço çıkardı. Mohler, De Gaulle Fransası üzerine ikinci bir doktora tezi yazacak ve bu sayede, Cezayir savaşının çalkantı ve sarsıntılarından sonra 1960’lar Fransası’nın bağımsızlık ve egemenlik ruhunu överek geniş okur kitlesine hitap eden kayda değer bir kitap kaleme alacaktı (bkz. Die Fünfte Republik. Was steht hinter de Gaulle?, Piper, Münih, 1963). Mohler, Fransız sağının o dönemde cumhurbaşkanına çok düşman olduğu ve milliyetçi militanlığın OAS (Gizli Ordu Örgütü) biçimini aldığı bir zamanda Gaullien bir Fransa’ya yatırım yapıyordu. OAS, Cezayir’de ve Fransa topraklarında birçok saldırı düzenleyen, ardından da De Gaulle’ü öldürmeye kalkışan gizli bir örgüttü. “Yeni sağ”ın pek çok öncüsü OAS’tan ya da bu örgütün sempatizan çevrelerinden geliyordu. Mohler bu nedenle onlar karşısında ters bir pozisyondaydı. Jünger’den, önde gelen siyasi kişiliklere yönelik suikastları sistematik olarak reddetmeyi miras almıştı. Jünger, (Ernst von Salomon’un katıldığı) Rathenau suikastını tavsiye etmemiş, Claus von Stauffenberg’in (ailece yakın olduğu biriydi) Hitler’e düzenlediği saldırıyı da tehlikeli bulmuştu. Mohler de aynı mantıkla De Gaulle’e yönelik suikastı onaylamazdı.

İtalya’da ne yazık ki Mohler ile aynı görüşte olabilecek sayısız İtalyan şahsiyet arasındaki bağlar bana çok zayıf, hatta yok denecek kadar az görünüyor. Bu çok yazık, çünkü bana göre İtalya, jakobinizm ve aşırı solculuğun çifte baskısının çok daha ağır olduğu ve bugün, yeniden örgütlenme ve karşı saldırı aşamasında olan non-konformizme Avrupa’nın diğer yerlerinden çok daha sinsi bir baskı uygulanan Fransa’dan daha verimli bir zemin sunuyor.

Mohler’in çizdiği entelektüel çizgi, çağdaş sağcı düşünceyi ne ölçüde etkilemiştir?

Kısa bir süre önce, Alman bir arkadaşım Mohler’in mirası konusunda şüpheci olduğunu söyledi: Sesinde büyük bir üzüntüyle, entelektüel çöküşün, eğitim sistemlerinin çöküşünün ve her yerde yaygın olan wokizm’in yaşandığı günümüzde, bu politik polemikçinin unutulmuş olmasını üzüntüyle karşıladığını belirtti. Bu kısmen doğrudur, ancak Götz Kubitschek (Mohler’in cenazesinde mezarının başında bir anma konuşması yapan) ve eşi Ellen Kositza’nın, Dr. Lehnert’in değerli yardımıyla yönettiği Sezession dergisi etrafında toplanan küçük bir grup istisna oluşturmaktadır. Bu ekip, Mohler’in yayınlanmamış metinlerini veya tükenmiş eserlerini içeren derlemeler yayınladı. Bu derlemeler, Mohler’in biyografisini ve onun girişimlerinin ortaya çıktığı İsviçre ve Almanya’daki bağlamı anlamak için çok değerlidir. Sezession ekibi ile AfD’nin bazı unsurları arasında bağlantılar olduğu doğrudur, ancak bu bağlantılar, her zamanki gibi, yorucu ve “eski partiler” ile Alman ve yabancı medya dünyasının histerik tetikçileri tarafından sürekli olarak yürütülen karalama kampanyalarının getirdiği belirsizliklere ve sarsıntılara maruz kalmaktadır.

Mohler’in eserlerinden ve onun incelediği muhafazakar devrim yazarlarından, onlardan ilham alan olası bir siyasi yenilenme için reçeteler çıkarmak için bence, 1960’ların Fransa’sı üzerine yazdığı kitabı (Yunanca ve felsefi anlamıyla) eleştirel bir bakış açısıyla yeniden okumak gerekir. Bu kitapta, yarı bilginler, barlarda gevezelik edenler, sahte avukatlar ve çılgın tiplerden oluşan parlamentolar yerine, tek bir kişi (bu durumda De Gaulle) izlenecek yolu belirliyordu. Böyle bir şahsiyetin etrafında, tüm ideolojik tartışmalara aşina, artıları ve eksileri tartabilen, sağ ve soldan gelen non-konformistlerden oluşan karma ekipler kurulmalı ve “liberallerin” yetersizliğinden sarsılan toplumlara yeni bir soluk getirmelidir ” (Mohler’in ve Anglosakson ülkelerin genel kelime dağarcığındaki anlamıyla) yetersizliğinden sarsılan toplumlara yeni bir soluk getirmek için kurulmalıdır. De Gaulle, tutarsız partilerden gelen milletvekillerinden oluşan bir parlamentodan farklı bir temsil biçimi istiyordu: gerçek dünyadan, somut halktan gelen temsilcilerin yer aldığı bir meslekler ve bölgeler senatosu öneriyordu.

Daha da önemlisi, Von Rechts gesehen (“Sağdan bakıldığında”) adlı kitabında yeniden yayınlanan Chicago Papers‘ın içeriğini yeniden düşünmek ve içselleştirmek gerekiyordu. Avrupa’daki, ama özellikle Fransızca konuşulan ülkelerdeki “yeni sağ” hareketlerinde 52 yıl faaliyet gösterdikten sonra bile, bu Chicago Papers’ın metapolitik ve politik sağın dış politika veya Avrupa politikası konusunda temel bilgilerini oluşturmadığını veya artık oluşturmadığını görmek beni hayrete düşürüyor. Bu belgeler hiçbir zaman Fransızca, İtalyanca veya İspanyolca’ya çevrilip yayınlanmadı. “Yeni sağ”ın (özellikle Parisli) sözde “mohleryenleri” bu belgeleri sistematik olarak görmezden geldi: Cezayir’deki olaylar ve OAS’ın faaliyetleri göz önüne alındığında, 1960’ların Fransa’sını anlatan kitabı görmezden gelmelerini anlayabiliriz. Ancak, 1975 yılında Amerika üzerine yayınlanan Nouvelle école dergisinin sayısı (esas olarak İtalyan filozof Giorgio Locchi tarafından yazılmıştır) ve éléments dergisinin “Batı medeniyetine son vermek” başlıklı sayısı (Guillaume Faye’nin öncülüğünde yazılmıştır) ile anti-Amerikan seçenek ortaya çıktığında, Chicago Papers, bu metapolitik mücadelede veya benzer diğer faaliyetlerde yer alan tüm militanlar için bir pusula görevi görmeliydi. Bu metin çok kısadır ve içeriği kolayca anlaşılabilir. Bu metin, iyiyi kötüyü ayırmaya ve Amerikanosferde ve resmi medyada gün boyu dayatılan sahte “propaganda gerçekleri”ne bir daha asla kanmamaya olanak tanır.

Mohler’e göre, Gaullizm dört aşamadan geçmiştir ve bunlardan sonuncusu, gelecek açısından en ilginç ve en verimli olanıdır: “Büyük Politika” aşaması, özellikle 1966’da Phnom Penh’de yapılan konuşmada dile getirilen alternatif bir küresel jeopolitik ile, Fransa’nın NATO komutanlığından ayrılmak suretiyle Amerikan boyunduruğundan kurtulmaya çalıştığı ve “haydut” olarak nitelendirilen devletlerle (örneğin Çin) tereddüt etmeden anlaşma yapmaya ve dünya çapında, özellikle Avustralya ve Güney Amerika’da Dassault Mirage uçakları satmak suretiyle doğrudan rekabet ederek bağımsız bir politika izlemeye başladığı dönemdir. ” (örneğin Çin) olarak değerlendirilen devletlerle anlaşmaya varmaktan çekinmeden ve dünya çapında bağımsız bir politika izlemekten çekinmeden, özellikle Avustralya ve Güney Amerika’ya Dassault Mirage uçakları satarak, Amerikan avcı-bombardıman uçağı üreticileriyle doğrudan rekabet etmiştir. Bu “Büyük Politika”, Mayıs 68’de ‘kargaşa’ ortaya çıkıp “kurumlar arasında uzun yürüyüşüne” başladığında çöktü ve Fransa’yı Sarkozy ve Hollande dönemindeki büyük şenlik farsına, Macron döneminde ise tam bir çürüme ve çılgın wokizm’e sürükledi. Mayıs 68, tam anlamıyla bir “renkli devrim”di.

Mohler, Jünger’in değil, Schmitt’in okuyucusu olarak, muhafazakar devrimin ilkeleri adına Gaullisttir. De Gaulle’ü sadece Schmitt’in kriterlerine göre yargılamamanın nasıl mümkün olduğunu anlamaz. OAS’ın aşırı uçlarının macerasını iki satırla yorumlar. Mohler, “yeni sağ”ın (Nouvelle Droite ) gelecekteki liderlerinden farklı bir siyasi çevreden geliyordu. Alman yeni sağının başka özellikleri de vardır: Mohler ile Fransız Nouvelle Droite (Jüngerci Dominique Venner ile) arasındaki yakınlaşma, Cezayir Savaşı’nın yarattığı bölünmelerin doğrudan siyasi önemi ortadan kalktığında gerçekleşecekti.

Mohler, Gaullist bağımsızlıkçılığı Almanya’ya taşımak istiyordu. Şubat 1968’de Chicago’da düzenlenen “Avrupa-Amerika Sempozyumu”nda Gaullist “Büyük Politika”nın bakış açısını savunacaktı. İngilizce yazılmış ve hiçbir zaman Fransızca’ya çevrilmemiş (!) konuşmasının metni, programatik açıdan oldukça net: Yeni bir Avrupa Gaullizmi bayrağı altında, Avrupa’yı Yalta’nın boyunduruğundan kurtarmak, ancak bununla birlikte SSCB ile ilişkileri bozmamak istiyordu.

Chicago Papers, bu nedenle Amerikalıların “haydut devletler” olarak nitelendirdiği devletlerle diyalog kurulmasını talep ediyor. Mevcut bağlamda, Washington tarafından bu şekilde nitelendirilen her devletin potansiyel bir müttefik veya değerli bir ticari ortak olarak değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varılabilir. Bu tür devletlere karşı herhangi bir savaş, boykot veya yaptırım politikası reddedilmelidir. BRICS grubu ülkeleri veya Endonezya ve hatta Meksika gibi gelişmekte olan ülkelerin tam egemenliklerini ortaya koymak için bir miktar rüzgâr arkasına aldıkları mevcut durumda, tüm Avrupa devletlerinin bu ülkelerle olumlu ilişkiler sürdürmesi kendi çıkarlarına olacaktır. Buna karşılık, ABD tarafından olumlu olarak lanse edilen her şey otomatik olarak derin bir güvensizlik refleksi uyandırmalıdır. Dolayısıyla, Bernard-Henri Lévy’nin tüm çağrıları, tüm Avrupa devletlerini tam tersi politikalar benimsemeye yönlendirmelidir. Lévy’nin önerdiği şeyin tam tersi yapılmalıdır.

Bu “büyük siyaset”in son dalgası, 2003 yılında Chirac’ın Fransa’sı, Schröder’in Almanya’sı ve Putin’in Rusya’sının Irak’taki İngiliz-Amerikan operasyonlarına karşı ortak düşmanlığıyla kendini gösterdi. Paris-Berlin-Moskova ekseni Mohler’in hoşuna gitmiş ve ölümünün olduğu yıl bir umut ışığı yaratmıştı. Bu eksen, Dugin’in ilham kaynağı ve De Gaulle’ün “büyük politikası”nın bir başka propagandacısı olan Jean Parvulesco’nun da hoşuna gitmişti.

Mohler’in mirası – ve daha genel olarak muhafazakâr devrim – günümüzdeki jeopolitik krizler (Ukrayna savaşı, Çin-Amerikan rekabeti, Avrupa’nın stratejik bağımsızlığı tartışmaları) bağlamında nasıl yorumlanmalı?

Mohler’in pratik mirası, az önce sözünü ettiğim Chicago Papers’da yatıyor. 1980’de, Criticon dergisinde Mohler o zamana kadar unutulmuş iki yazarı tanıttı; aynı dönemde bilimsel alanda da yeniden keşfedilen bu isimlerin birkaç ay öncesine kadar “muhafazakâr” etiketli bir dergide yer almaları imkânsızdı: Nasyonal-bolşevik aktivist Ernst Niekisch ve 1946’da intihar eden jeopolitikçi Karl Haushofer. Ben o sırada hâlâ öğrenciydim, çalışmalarımın sonuna gelmiştim ve tamamlamam gereken ödevler masamda yığılı duruyordu; yine de bu metinleri hemen GRECE-Brüksel bülteni için çevirdim. Niekisch ve Haushofer, Mohler sayesinde hayatım boyunca bana yol gösteren yazarlar oldu. Bugün hâlâ, bu yazarlar birçok İtalyan metapolitik ve jeopolitik çevrede, Rusya’da Dugin’in etkisi altında ya da Xi Jinping’in yeni Çin’inin politikalarının şekillendiği bazı merkezlerde temel referanslar olarak kabul ediliyor.

Mohler hayattayken Ukrayna krizi yoktu. Ölümünden bir yıl sonra, 2004’te, Kiev’de ilk huzursuzluklar “turuncu devrim” ile patlak verdi. Ukrayna, Kırım ve Donbass’taki olayları anlamak için en ilginç jeopolitikçi hâlâ Richard Henning’dir (1874-1951). Henning, Geopolitik – Die Lehre vom Staat als Lebewesen adlı çok kapsamlı bir eser kaleme almıştı. O, kara ulaşım akslarını inceleyen bir Verkehrgeographie (ulaşım coğrafyası) geliştirmişti. Bu yaklaşım, Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesini sürdürmek istediği, Bombay’dan Baltık’a Kafkasya üzerinden uzanan INSTC gibi diğer kıtasal projelerin gündemde olduğu ve Anglo-Sakson denizci güçlerinin Gazze harabelerine kadar uzanan İsrail kıyılarına bağlanacak alternatif koridorlar tasarladığı bir çağda son derece önemlidir. Zengezur koridoru ya da “Trump koridoru” da Batı’nın yakın tarihli başka bir girişimi olup, her ne kadar farklı anlatılsa da, kıtasal ulaştırma ve toprakların organizasyonu mantığına giriyor. Mohler, görünürde Henning’in çalışmalarını hiç kullanmadı. Henning politikleşmiş biri değildi, ama Clausewitzçi bir yurtseverdi (si vis pacem, para bellum). Buna rağmen, Amerikan işgali altında jeopolitik artık hoş karşılanmadığı için Almanya’daki kürsüsünü bırakmak zorunda kaldı (bu durum hâlâ sürüyor). Kariyerine ise Arjantin’de parlak biçimde devam etti ve Güney Amerika’da büyük altyapı projelerinin başlatıcısı oldu.

Çin-Amerikan rekabeti Chicago Papers’da zaten ele alınmıştı; çünkü Mao dönemi Çin’i, Amerikalıların dünyadan izole etmek istediği bir “haydut devlet” olarak tanıtılıyordu. Ama bu, Kissinger diplomasisinin 1972’de Pekin-Washington anlaşmazlığını iki taraf lehine çözmesinden önceydi. Çin, bir sihirli değnek dokunmuş gibi, artık “haydut devlet” değil, “kötü Ruslara” karşı seferber edilebilecek sempatik bir muhatap olmuştu. Bugün ise hem Rusya hem Çin düşman ilan edilmiş durumda.

Avrupa’nın askeri, diplomatik, enerji ve stratejik bağımsızlığına dair tartışmalar günümüzde yok ya da karanlık köşelere itilmiş durumda; bu konuları tartışan yazarlar değerli olsa da tanınmıyorlar, televizyonlardan ve yayıncılıktan dışlanıyorlar. Oysa 1980’lerde bu tartışmalar daha görünürdü: Gorbaçov perestroyka ve glasnost ilan ettiğinde, ardından da “Ortak Avrupa Evi”nden bahsettiğinde. Almanya’da, Amerikalı füzelerin konuşlandırılmasına karşı yapılan büyük gösteriler sırasında, pek çok çevre yeniden tarafsızlıktan (tüm Orta Avrupa için) ya da Alman-Rus yakınlaşmasından bahsetmeye başlamıştı. Yeltsin döneminde bu tartışmalar azaldı; fakat NATO, 1999’da Sırp şehirlerini bombalamaya başladığında yeniden canlandı. O sırada Almanya’da şaşırtıcı bir gelişme oldu: İktidarda yer alan Yeşiller, Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in baskısıyla NATO’dan yana tavır aldı. Fischer radikal soldan geliyordu; üstelik bir dönem, tam da Amerikan emperyalizmini sert şekilde eleştiren çevrelere aitti. Mohler, bu noktada, gençlik ideallerini hızla satan şiddet yanlısı folklorik solculardan daha tutarlı davrandı. Yeşillerin bu ölçüsüz savaşçılığa kayması hâlâ hayret verici; sonrasında ise, “feminist dış politika”yı savunan son Yeşil bakan Annalena Baerbock’un hastalıklı rusofobisi, bu hayal kırıklığını daha da artırdı. Tüm bunlar, Mohler’in kariyeri boyunca metapolitik ve politik düzeyde ortaya koyduğu önerilerin tam tersidir.

Batı’da bugün Amerikan kültürel hegemonyası, doğum oranlarının düşüşü, boşalan kiliseler, toplumsal normları yeniden tanımlayan “wokizm” gözlemleniyor… Bu tablo karşısında gerçekten yeni bir yaşam biçimi, yeni bir siyasal-kültürel sentez üretmek mümkün mü sizce? Ve eğer mümkünse, hangi temeller üzerine inşa edilebilir?

Mohler’in çevresinde, esasen Caspar von Schrenck-Notzing, Charakterwäsche. Die amerikanische Besatzung in Deutschland und ihre Folgen (Seewald, Stuttgart, 1965 – farklı yayınevlerinden birçok baskısı yapılmıştır) adlı kitabında, 1945 sonrası Almanya üzerindeki Amerikan hegemonyasını şiddetle eleştirmiştir. Caspar von Schrenck-Notzing, Amerikan işgal otoritelerinin istediği “yeniden eğitim”in Alman ulusal karakterini tamamen kısırlaştırdığını, Avrupa’nın merkezinde istikrarlı ve verimli bir siyasetin doğmasını engellediğini açıklıyordu. Bu kitap, Alman savaş sonrası dönemini anlamak için artık bir klasik olmuştur.

Doğum oranları sorunları, önemli olmakla birlikte, Mohler tarafından pek ele alınmamıştır. Katolik ya da Protestan olmadığı için boşalan kiliselerle ilgilenmemiştir. Bununla birlikte, bazen kendisine “Kathole” demeyi severdi; bu, dini ve teolojik meselelerle veya cemaat hayatıyla ilgilenmeden, Carl Schmitt örneğinde olduğu gibi, Katolik çevrelerin siyasal tutumlarını benimsemek anlamına gelir.

Mohler döneminde wokizmden söz edilmiyordu. Ancak o da, bütün sağcılar gibi, çöküşün, yozlaşmanın ıstırabına duyarlıydı; bu yozlaşma ona göre, başlangıçta modası geçmiş, daha sonra ABD’de çılgına dönmüş, Avrupa’ya önce çekingen biçimde iki savaş arası dönemde, sonrasında Marshall Planı’yla bilinçli olarak taşınmış liberalizmin sonucuydu. Liberalizm, Mohler’e göre bir “genel fikir”dir; tüketimci bir atmosferde siyasal bir uyuşukluğa yol açar. Bu gevşek liberalizme, daha saldırgan olan neoliberalizm öncesi liberalizme, Sorel’in yaptığı gibi mite karşılık verilmesi gerekiyordu. Yeni mit bir gün ortaya çıkarsa, tek kurtarıcı o olacaktır: Mohler, Hegel tarzında, her şeye akılcı cevap sunan, sıkı sıkıya inşa edilmiş kavramsal bir sisteme, yani bir “entelektüel sentez”e inanmıyordu. Böyle yapılar kısırdır ve halkları harekete geçirmez.

Harekete geçirici mit, eksenel bir dürtü verir, tarihin küresini yeni bir yöne çevirir ve yalnızca o verimli olabilir. Bu mitin her zaman dikkat çekici, güzel ve çağrışım gücü yüksek bir görsel desteği olmalıdır; Mohler’in büyük ilgiyle bir yazı ayırdığı Meksika duvar resimleri gibi ya da İrlanda duvar freskleri, hatta Mao dönemi Çin afişleri gibi.

Benim açımdan, on dokuz yaşımdan beri Mohler okuru olarak, Avrupa’nın dertlerine çare ancak bir klasisizme dönüşle mümkün olacaktır; fakat bu, yeni ve güçlü imgelerle taşınan, sanatçıların zamanı geldiğinde geliştirecekleri ölçütlere göre efsaneleştirilecek bir klasisizm olacaktır. Bu da, olayların seyrini, res publicae’nin gidişatını değiştirecek güçlü kişiliklere yol açacaktır. Çünkü zaman, Mohler’in 1989’da Alman Muhafazakâr Devrimi üzerine tezinin girişinde açıkladığı üzere, ne doğrusal, ne de tekrar eden/döngüsel, ama küresel (küresel/sferik) bir yapıya sahiptir.

Leave A Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir