İtalyan Oscar Wilde Derneği üyesi olan Luga Fumagalli, aynı zamanda Radio Spada bloguna ve iki ayda bir yayımlanan Saint Austin Review dergisine katkıda bulunuyor. Çalışmalarını özellikle son iki yüzyılın önde gelen Britanya Katolikliği figürlerinin incelenmesi ve tanıtılmasına odaklıyor. Tolkien, Britanya Katolikliği’nin önemli isimlerinden biri olarak öne çıkıyor. Biz de Fumagalli ile Tolkien’i ve Yüzüklerin Efendisi’ni konuştuk.
Tolkien’i kısaca tanıtabilir misiniz? Katolik inancının Yüzüklerin Efendisi üzerindeki etkisini ve onun İngiliz Katolik-muhafazakâr geleneği ile genel olarak Britanya sağındaki konumunu nasıl değerlendirirsiniz?

J. R. R. Tolkien (1892-1973) aslında tanıtılmaya pek ihtiyaç duymayan bir yazardır; çünkü Hobbit (1937) ve özellikle de Yüzüklerin Efendisi (1954-1955) üçlemesiyle 20. yüzyılın en tanınmış ve en çok kutlanan yazarlarından biri olmuştur. Bu üçleme, 2000’li yıllarda Peter Jackson’ın başarılı film uyarlamaları sayesinde yeniden gündeme gelmiştir (oysa Hobbit üçlemesi için aynı şey söylenemez; senaryo tercihleri hayli utanç vericidir).
Güney Afrika doğumlu olan Tolkien, annesinin Katolikliğe geçişi sayesinde genç yaşta Katolik oldu. Annesinin erken ölümüyle öksüz kaldı ve Oratoryan rahip Francis Morgan’ın şefkatli ilgisine emanet edildi. Daha sonra Birinci Dünya Savaşı’nda Batı Cephesi’nde savaştı, evlendi, dört çocuğu oldu ve hayatı boyunca Oxford Üniversitesi’nde önce Anglosakson dili ve edebiyatı, ardından İngiliz dili ve edebiyatı profesörü olarak görev yaptı.
Hikâye yazma isteği, aslında eski dillere duyduğu derin sevgiden doğdu; hatta bir tür özel oyun olarak kendi dillerini icat etmeye kadar vardı. Orta Dünya, Tolkien’in kendi sözleriyle, öncelikle icat ettiği bu diller için bir bağlam, bir mekân ve bir tarih oluşturma arzusundan doğdu.
Dinsel meseleye dönecek olursak, İngiliz yazar için Katoliklik son derece ciddiye alınması gereken bir şeydi: Her gün ayine gidiyordu – biyografi yazarı Carpenter, bu alışkanlığına birkaç sayfa ayırır – ve dostu C. S. Lewis’in Roma Kilisesi’ne olan düşmanlığından, ayrıca eşi Edith Bratt’ın tutuk tavrından çok acı çekmişti. Edith, Tolkien’le evlenebilmek için büyüdüğü Anglikan inancını istemeyerek de olsa geride bırakmıştı. Tolkien Meryem Ana’ya derinden bağlıydı; 1941 tarihli, aile ve evliliğin değerine adanmış bir mektubunu Kutsal Sakrament’e dair dokunaklı bir övgüyle bitirmişti. Genel olarak azizlerin kültüne büyük önem veriyordu; bu tavrı kısmen ezoterizme karşı duyduğu tiksintiyle de bağlantılıydı. Ona göre azizler, kusurlarına rağmen kalplerini ve iradelerini dünyanın yoz mantığına asla tamamen boyun eğdirmeyen kişilerdir ve bu yüzden vazgeçilmez referans noktalarıdır.
İnancı ciddi biçimde sadece II. Vatikan Konsili yıllarında (1962-1965) sınandı. Kilise, bu dönemde teolojik ve doktriner bir yenilenme süreci başlattı ki, bu da çokça tartışma yarattı. Aslında yalnızca Oxford profesörü değil, Katolik edebiyat canlanmasının önde gelen birçok İngiliz temsilcisi bu reformlara şüpheyle ya da eleştirel bir tavırla yaklaştı. Coşkuyla destekleyenler azdı; çoğu entelektüel ise pek çok rezerv öne sürdü. Tolkien de yaşananlara çelişkili duygularla baktı. Onunla 1960’larda uzun uzun konuşmuş olan George Sayer, Joseph Pearce’e verdiği bir röportajda Tolkien’in Katolikliğini “geleneksel” bir çizgiye oturtur: “Çok sıkı bir Katolikti. Çok ortodoks, eski usul biriydi ve II. Vatikan Konsili’ndeki gelişmelerin çoğuna karşı çıktı.” Oğlu John Tolkien (1940’larda rahip olmuştur) da babasının değişimlere, özellikle de Latince Ayin’in kaybolmasına karşı çıktığını belirtmiştir.
Tolkien’in suçlamaları, özünde bir “ilk saflığa dönüş” peşinde koşanlara yönelikti. Ona göre, bir ağacı kökünden söküp tohumunu aramak saçmalık olurdu; çünkü artık öyle bir tohum yoktur. Gövde, dallar ve yapraklar o tohumun doğal evrimidir, bir ihanet değil.
Yine de tartışmaya girmekten hoşlanmayan, yumuşak huylu karakteri sayesinde gereksiz polemiklere yol açmadı. Sırf itaat ruhuyla da olsa, yeni düzene uyum sağladı (ruhsal sıkıntıları Holly Ordway’in Tolkien’s Faith adlı eserinde ayrıntılı biçimde ele alınır).

Yüzüklerin Efendisi de kaçınılmaz olarak yazarının inancından izler taşır. Bunun nedeni bazı karakterlerin Hristiyan geleneğindeki figürlerle benzerlikler göstermesi değildir – örneğin Elf Galadriel’in Meryem Ana’yla ortak yönleri vardır – asıl neden, esere ruhunu veren duyarlılığın kökten Katolik oluşudur. Dolayısıyla Yüzüklerin Efendisi’ni bir dinsel alegori olarak okumak hatadır; ama Flannery O’Connor’un “Katolik Roman” hakkında dediği gibi, metin Katoliklerin dünyayı kavradığı hakikat ışığını kullanarak yazılmıştır. Sevgi, karşılıksız kahramanlık, fedakârlık… bunların hepsi Yüzüklerin Efendisi’nin sayfalarında sıkça tekrarlanan temalardır.
Onun dünya görüşü ile siyasal muhafazakârlık arasındaki bazı ortak noktalar yüzünden Tolkien, Anglosakson sağ çevreleri (İngiliz ve Amerikalı) hep cezbetmiştir. Her ne kadar parti siyasetine ilgisizliğini dile getirse de – hatta kışkırtıcı bir şekilde “siyasi görüşlerim giderek ya felsefi anlamda anarşiye (yani kontrolün kaldırılmasına, bombacı sakallılara değil) ya da ‘anayasal olmayan’ monarşiye kayıyor” diye yazmıştı – liberal ve yeni muhafazakâr çevreler onu kendilerine mal etmeye çalıştılar. Nitekim Tolkien’in siyasi felsefesi üzerine en derinlemesine çalışmalar da bu çevrelerden geldi: John West’in Celebrating Middle-Earth: The Lord of the Rings as a Defense of Western Civilization veya Jonathan Witt ile Jay W. Richards’ın Hobbit Party adlı kitapları buna örnektir.
“Uygarlıklar çatışması” yıllarında Amerikalı bazı gazeteler, Yüzüklerin Efendisi’nin ikinci cildi İki Kule’yi 11 Eylül trajedisiyle, Sauron’u Saddam Hüseyin’le özdeşleştirmeye kalkıştılar. Bunlar yoruma gerek duymayan saçmalıklardır.
Son olarak, bazı sol çevrelerin de “faşist Tolkien” mitini inşa etmeye çalıştığına değinmek gerekir. Örneğin Fred Inglis’in Gentility and Powerlessness: Tolkien and the New Class adlı kitabında Yüzüklerin Efendisi gerici ve ırkçı bir destan olarak nitelendirilir. Bu tür iddialar da yoruma değmeyecek kadar temelsizdir.
Tolkien alegori fikrini reddetmiş olsa da, eserdeki çatışmayı II. Dünya Savaşı ışığında okumak ne kadar doğru? (Orklar = faşizm, Saruman = Prusya militarizmi)?

Bence Yüzüklerin Efendisi gibi karmaşık ve katmanlı bir esere alegorik okuma ölçütlerini uygulamak her zaman tehlikelidir. Pek çok araştırmacı bu tuzağa düşmüştür. Risk, Tolkien’in başyapıtını tek boyuta indirgemek, onun uzun yazım sürecini ve yazarın hem yaşam deneyimlerini hem fikirlerini kitaba katışını göz ardı etmektir.
Tolkien’in hayatında savaş önemli bir yere sahiptir: Birinci Dünya Savaşı’nda askerdi, İkinci Dünya Savaşı’nın dehşetine de tanık oldu. Yüzüklerin Efendisi’nde de çarpışmalar ve destansı savaşlar vardır; Frodo’nun görevi tüm Orta Dünya’yı saran küresel bir çatışma zemininde gerçekleşir.
Dolayısıyla, romanı II. Dünya Savaşı ışığında okumak elbette meşru ve verimli olabilir; ama bu okuma, kitabın bütün derinliğini açıklamaya yetmez. Örneğin Saruman, evet, Alman militarizmiyle bağlantılı görülebilir, ama bundan çok daha fazlasıdır: O, her çağın insanında görülen tahakküm ve şiddet arzusunu cisimleştirir. Benzer şekilde orkları sadece Nazi-faşizmle özdeşleştirmek indirgemeci olur. Bazıları yüzüğü atom bombasının alegorisi saymaya kalktı, ama Tolkien’in yüzük etrafında kurduğu şey aslında iktidar fenomeninin incelikli bir tahlilidir.
Bu konuda olumlu bir örnek John Garth’tır. Onun Tolkien and the Great War adlı eserinde, Oxford profesörünün siperlerde yaşadıklarıyla Yüzüklerin Efendisi’ndeki bazı bölümler arasında çok isabetli benzerlikler kurulmuştur (bunlar Tolkien biyografik filmine de yansımıştır). Ancak Garth’ın yaklaşımı, kitabın derinliğini bu okumayla tüketmeye kalkışmaz.
Kitabın 1960’ların hippi karşı kültürünün simgesinden günümüz okurları için “seküler kutsal metin”e dönüşmesi nasıl açıklanabilir?
Denebilir ki farklı zamanlarda herkes biraz Tolkienci oldu: neo-faşistler de, hippiler de, çevreciler de, Katolikler de, barış yanlıları da, neopaganlar da, devrimciler de, muhafazakârlar da… Yüzüklerin Efendisi, kendi değerlerini doğrulayan unsurlar gördüğüne inanan çeşitli grup ve hareketlerce başvuru kitabı haline getirildi. Bu, kaba yanlış anlamalar ve ideolojik okumalar sayesinde mümkün oldu: uygun düşen ayrıntı öne çıkarıldı, gerisi yok sayıldı. Saruman ağaçları kesiyor ve Entler ayaklanıyor mu? O halde Tolkien çevreciydi. Affınıza sığınarak söylüyorum ama olan biten tam olarak buydu.
Yine romanın çok boyutluluğu göz ardı edildi. Yüzüklerin Efendisi her “klasik” eser gibi, insan varoluşunun bütününü kapsayan geniş bir tema yelpazesine dokunur. Bu yüzden asla modası geçmez. Okur her zaman dönüp ona bakabilir ve kendi korkularını, arzularını, zayıflıklarını, umutlarını bir aynada görür gibi bulabilir. Yani Yüzüklerin Efendisi insana insanı gösterme gücüne sahiptir ve bu özelliği onu kolay etiketlere indirgenemez kılar.
Bugünse romanın popüler kültür tarafından emilip tüketilmesi tehlikesi var. Sanki Tolkien’in çalışması, sadece elfler, ejderhalar ve benzeri şeylere takıntılı bir “nerd”in ürünüymüş gibi, sıradan bir fantezi romanı seviyesine indiriliyor. Oysa aslında Yüzüklerin Efendisi insana dair bir destanı anlatır; bunu natüralist romanın kalıplarıyla değil, başka üsluplarla yapar, ama bu onu daha az etkili kılmaz – aksine daha güçlü kılar.
Tolkien ve Yüzüklerin Efendisi çağdaş sağ ve muhafazakâr hareketler üzerinde nasıl bir etki yarattı?
Daha önce kısaca Britanya ve Amerika örneklerinden bahsettim. Burada daha ilginç olan İtalya’daki duruma değinmek. Yüzüklerin Efendisi İtalya’da tam metin halinde ilk kez 1970’te yayımlandı.
Eserin, realizmin dogmalarına uymayan her romanı küçümseyen ilerici eleştirmenlerce “şeytanlaştırılmasına” tepki olarak, 1970’lerin ortalarından itibaren Tolkien evreni sağ partiler ve hareketlerce – özellikle MSI (Movimento Sociale Italiano) – sistematik biçimde benimsendi. Yüzüklerin Efendisi, semboller, ikonografiler ve sloganlar için bir kaynak haline getirildi (MSI üyesi olan genç Giorgia Meloni – şimdinin başbakanı – Tolkien hayranı olarak bilinir). Sosyolojik açıdan bu durum benzersizdir; İtalya’da hiçbir başka anlatı dizisi bu kadar geniş ölçekte böylesi bir işlev görmemiştir.
O dünyanın en bilinen entelektüellerinden Gianfranco De Turris, Tolkien edebiyatı ile sağ arasındaki tipik İtalyan bağına sık sık değinmiştir: “Tolkien’in anlatısı ve ‘kahramanca fantezi’, sağcı gencin ruhuna, yaşama ve hissetme biçimine, kişisel ve kolektif mitolojisine daha uygun düşüyordu.”
Militan sağın yayın organlarında Yüzüklerin Efendisi’nin yüzlerce kopyası satıldı. “Compagnia dell’Anello” adında, hâlâ etkin olan bir müzik grubu kuruldu. Yani Tolkien’in eseri etrafında, sağın ideolojik mesajlarını ve politik değerlerini kendi sınırlarının dışına taşımaya yarayan geniş bir ağ oluştu.
1976’da, MSI, kadın anlayışını yeniden tanımlamak ve onu artık Mussolini kalıplarından özgürleşmiş, ama feminist fikirlerden de uzak bir konumda göstermek için yeni bir dergi kurmaya karar verdiğinde, derginin adı “Eowyn” seçildi. Rohan prensesi, Kral Théoden’in yeğeni, editörlere göre yeni kadınsılığın mükemmel modeliydi: savaşçı ama aynı zamanda “güven verici”.
Solun çeşitli siyasi etkinliklerine karşı düzenlenen “Campi Hobbit” (Hobbit Kampları) ise İtalyan Tolkien eleştirisi tarihinde iz bıraktı. Çünkü hem bugünün aktif Tolkien araştırmacılarının çoğu oradan çıktı, hem de bu deneyimlerde Yüzüklerin Efendisi’ne alegorik bir okuma geliştirildi. Bu, Elémire Zolla’nın ilk İtalyanca baskıya yazdığı önsözdeki yaklaşımla aynıdır.
MSI’nin Alleanza Nazionale’ye dönüşmesinden sonra Tolkien imgesi, daha geniş ölçekte kullanılmaya başlandı. Oxford profesörü, yalnızca “doğası gereği sağcı” değil, geleceğin militanına duygusal eğitim verecek yazar ve düşünürlerden biri olarak sunuldu. Başlangıçta yapılan göndermeler belirli bir derinlik taşırken, yıllar geçtikçe bu imge basitçe bir “gadget” ve “merchandising” malzemesine indirgenmeye başladı; bugün Fratelli d’Italia partisinde olan da budur.
Öte yandan, son on yıllarda Katolikler de Tolkien’i, onun ruhaniyeti ve eserine dair çeşitli çalışmalar sayesinde yeniden keşfettiler; sol da onu yeniden değerlendirmeyi bildi. Bunun doğal sonucu, sağın bazı indirgemeci yorumlarını sorgulayan alternatif bakışların ortaya çıkması oldu; özellikle de yukarıda söz edilen alegorik okuma yeniden tartışmaya açıldı.
20. yüzyıl İngiliz Katolik yazarları (Chesterton, Belloc, Dawson, Waugh, Tolkien vb.) hangi tarihsel temellere yaslandılar ve çoğunluğu Anglikan olan kültürel ortamda birbirleriyle nasıl ilişkilendiler, böylece Katolik muhafazakâr bir entelektüel damar nasıl oluştu?
Öncelikle bazı ayrımlar yapmak gerektiğini düşünüyorum: Bir yandan İngiltere’deki Katoliklerden genel olarak var – ki 19. yüzyılın ikinci yarısında bunlar ağırlıklı olarak yoksul İrlandalı göçmenlerdi – diğer yandan ise çoğu Anglikan doğup sonradan Roma Kilisesi’ne katılmış, genellikle seçkin sosyal ve kültürel çevrelerden gelen küçük bir entelektüel azınlıktan söz etmek var.
Dolayısıyla, son yüzyılda Britanya’daki Katoliklerin büyük çoğunluğunu İşçi Partisi’ne oy vermeye yönelten şeyler esasen dini değil, sayısal ve sosyolojik nedenlerdir.
Öte yandan, söz konusu entelektüellerin düşüncelerine dikkatle bakıldığında – ki bunlar topluca, işçi sınıfına mensup dindaşlarından daha muhafazakâr olarak algılanmışlardır – aslında oldukça çeşitlilik arz eden konumlar ortaya çıkar: Faşizm hayranlarından (başta Douglas Jerrold) radikal Katolik Marksistlere, Greene gibi sol yanlısı Katoliklere kadar.
Geçmişe özlem duyan, yani daha az ya da çok mitik bir geçmişi yücelten muhafazakâr anlamında, aslında çok az sayıda isim vardı: Jacobite eğilimlere yakın olanlar ya da Merry England (ortaçağın kırsal, Katolik Avrupa’nın küçük bir eyaleti gibi görülen İngiltere’si) mitine kapılanlar bile, gerçeklerin hayallere çok yer bırakmadığını, bir şeyler değiştirilecekse bunun hic et nunc (burada ve şimdi) gerçekleşmesi gerektiğini anlayacak kadar gerçekçiydiler.
Geçmişi yüceltmek, ayrıca, her zaman muhafazakâr politikalara taraftar olmak anlamına gelmiyordu; aksine. En tipik örnek olarak olan dağıtımcılar (distributists), kapitalizme Ortaçağ toplumunu örnek alarak karşı çıkıyorlardı. Ortaçağcılık, ayrıca, İskoç ve Galler milliyetçiliğinin yeniden doğuşunda da belirleyici bir rol oynamıştır.
İmparatorluğun kurumlarını hararetle savunanlar da pek yoktu; zira bu kurumlar daha birkaç on yıl öncesine kadar Roma’ya yakın olan Katoliklere baskı yapmaktan başka bir şey yapmamıştı (parantez içinde hatırlatalım: İngiltere’de piskoposluk bölgeleri ancak 1850’de yeniden kurulmuştur; bu da şu anlama gelir ki o tarihe kadar ülke, Afrika ya da Asya’nın uzak bir misyon toprağı gibi görülmekteydi).
Eğer “muhafazakâr” etiketiyle, giderek sekülerleşen dünyayı izlerken moderniteye karşı küçümseyici bir tavır geliştiren Katolikleri kastediyorsak, işte bu anlamda Chesterton, Belloc, Dawson, Waugh ve Tolkien – her ne kadar çok farklı kişilikler olsalar da – ortak bir çizgide buluşuyorlardı. İçlerinden bazıları gazeteci olarak ya da doğrudan siyasete girerek kamuoyu tartışmalarına katıldılar – örneğin Belloc, Liberal Parti’den parlamenter oldu – ama bu da istisnai örnekler olarak kaldı.
Chesterton ve Belloc’un dağıtımcılık modeli, sadece liberal kapitalizme ve sosyalizme dönemin eleştirileri ışığında muhafazakâr bir nostalji mi yansıtıyordu, yoksa modern dünyanın geleceği için uygulanabilir bir alternatif vizyon da sunuyor muydu?
Birey-toplum ya da kişi-devlet ilişkisi, modernitenin düğüm noktalarından biridir. Belloc, Westminster başpiskoposu Kardinal Manning’in 19. yüzyıl sonunda yaptığı mükemmel tespiti yeniden gündeme getirerek konuyu temelden ele aldı: Manning’e göre her insan çatışması, en nihayetinde bir teolojik çatışmadır. Başka bir deyişle Belloc, modernitenin dramının Tanrı ile putlar, Hristiyan uygarlığı ile şehvet, güç ve paradan oluşan yeni bir paganizm arasında yapılacak seçimde çözüleceğini gayet iyi kavramıştı.
Chesterton da bu konuda görüş bildirdi. 1926’da ABD’yi ziyaretinden sonra yazdığı bir denemede şöyle diyordu: “Yarının çılgınlığı Moskova’da değil, Manhattan’da.” İngiliz yazarın sözünü ettiği yeni sapkınlık, bir sistem hâline getirilmiş hazcılıktı; bu ise bencilliğe, tahakküme ve uzun vadede kendini yok etmeye yol açıyordu.
Buradan, Belloc ve Chesterton’un – İrlandalı Dominiken rahip Vincent McNabb’ın da desteğiyle – tutkuyla savunduğu Ortaçağ savunusu doğar. Onların tutumu, nostaljik ya da geriye dönük değildi; mesele, modern dünyaya kıyasla insanın hakikatine ve ihtiyaçlarına daha uygun kurumlara, yaşam tarzlarına, toplumsal yapılara bakmaktı. Ayrıca bu üçlü sadece sözde kalmadı: Dostlarıyla birlikte G.K.’s Weekly adlı bir dergi ve Distributist League adlı bir hareket kurdular. Bu hareketin amacı, hem kapitalizme hem de komünizme alternatif olan, Ortaçağ loncalarının deneyimlerinden ve Katolik sosyal doktrinden esinlenen siyasi ve ekonomik bir modeli yaymaktı (her dağıtımcı Katolik değildi). Hareketin sloganı “Mülkiyetin dağıtımı yoluyla özgürlük” idi ve Birleşik Krallık genelinde kısa sürede pek çok çevre açıldı.
Dağıtımcılara göre, servetin aşırı yoğunlaşmasından doğan toplumsal adaletsizlik sorununa tek çözüm, özel mülkiyetin kaldırılması ya da Keynes’in önerdiği kapitalizme yama yapmak değildi; çözüm, üretim araçlarının mülkiyetini dağıtmaktı. Böylece, insanın gerçekten “kölece” bir durumdan kademeli olarak çıkabileceği tek bağlam oluşacaktı.
Kâğıt üzerinde cazip fikirlerle beslenen dağıtımcılık, pratikte başarıya ulaşamadı ve 1930’ların sonunda, Chesterton’un ölümünden sonra krize girdi. Ancak fikirleri yaşamaya devam etti, Amerika’ya geçti ve özellikle işçi haklarının savunucusu, Hristiyan sosyal düşüncesinin önemli temsilcisi Dorothy Day gibi birçok Katolik üzerinde etkili oldu. Ernst Schumacher de 1973’te yayımladığı Small Is Beautiful (Küçük Güzeldir) adlı eserinde Batı tüketim kültürünün temellerini sorgularken dağıtımcı fikirlerden esinlenmiştir.
Bugün, bu düşüncelerle bir nebze temas, insan faaliyetlerinin çevresel etkilerini ve israfı azaltmayı amaçlayan “sürdürülebilir küçülme” savunucularında görülebilir. Hâlâ dağıtımcı idealleri savunan gruplar vardır – örneğin İtalya’da Movimento Distributista Italiano – fakat bunlar küçük topluluklardır ve Chesterton, Belloc ve arkadaşlarının yaşadığı dünyadan tamamen farklı bir bağlamda somut önerilerle kamuoyunda seslerini duyurmakta zorlanmaktadırlar.