Kutsalın Tutulması: Eliade’de Modernlik – Guilherme José & David Bănică

Batı’da geliştiği biçimiyle modernlik, büyük ölçüde dünyanın ve zamanın kutsaldan arındırılmış (desakralize edilmiş) bir tasavvuruyla karakterize edilir. Bu durum, insanın varoluşun temel boyutlarıyla—yani o ana dek insanı daima “dindar bir varlık” olarak tanımlamış olan antropolojik yapı ile—temasını yitirmesine yol açar. Bu kopuş yalnızca kültürel alanla sınırlı değildir ve salt psiko-sosyal yorumlara indirgenemez; aksine ontolojik bir derinliğe sahiptir ve Heideggerci ifadeyle modern insanın dünyada-oluş kipinin bizzat kendisini etkiler.

Bu dönüşüm, Mircea Eliade’nin tüm eserleri boyunca kapsamlı biçimde belgelenip analiz edilmiştir; ancak özellikle Ebedi Dönüş Miti adlı eserinde belirgindir. Bu kitap, birçok bakımdan tarih felsefesine bir giriş olarak okunabilir. Eliade burada, tarihsel, doğrusal ve geri döndürülemez bir zamanda yaşayan modern insan ile varoluşu kutsal bir zaman deneyimi etrafında örgütlenen geleneksel toplulukların insanı arasındaki temel karşıtlığı ortaya koyar.

Bu nedenle, Eliade’nin sıklıkla kullandığı bir adlandırmayla “arkaik” toplulukların, tarihi olayların doğrusal bir ardışıklığı olarak merkeze almadıklarını incelemek önemlidir. Aksine bu topluluklar, kökenlerin mitsel zamanına, ilksel bir Altın Çağ’a periyodik olarak geri dönmeye yönelik derin bir nostalji sergilerler. Sonuç olarak, ritüellerin ve mitlerin kurucu ânın sürekli yeniden canlandırılmasına imkân verdiği, böylece düzenin ve varoluşun anlamının simgesel olarak yeniden tesis edildiği döngüsel bir zaman anlayışına göre örgütlenmişlerdir. Bu bakış açısı, söz konusu eserin “Arketipler ve Tekrar” başlıklı ilk bölümünde açıkça görülür: Bu toplulukların, arketipsel bir düzenlemeden ve tarih-dışı, aşkın bir kurucu ana göndermeden yoksun, otonom bir tarih kurma girişimlerine karşı güçlü bir eğilimle somut tarihsel zamanı reddettikleri, hatta buna düşmanca yaklaştıkları anlaşılır.

İşte mesele tam da burada düğümlenir ve Eliade’ye göre Batı düşüncesinin gerileyişinin başlıca nedenlerinden biri de budur. Özgün bir olaya—bir başlangıç ânına—referans olmaksızın insan, dünya-ötesi bir arketipe erişimden yoksun kalır. Bu arketip, daha yüksek bir kozmik düzeyde var olan bir plan, bir imge ya da bir biçim olarak tasavvur edilebilir ve fiziksel düzlemin mitsel bir modele göre anlaşılmasını ve düzenlenmesini mümkün kılar. Bu simgesel aracılığın kaybı, dünyanın ve zamanın deneyiminde köklü bir dönüşümü beraberinde getirir; varoluş giderek tarihsel içkinlikle sınırlanır.

Rumen düşünürüne göre bu kopuştan, modern Batı düşüncesinin herhangi bir “yukarı yol”u inkâr edişi doğar. Bu inkâr, özellikle Hegel sonrası bazı akımlarda—başta Marksizm ve Faşizm olmak üzere—belirginleşir; bu akımlar tarihsel insanı merkeze alır ve insanı, ancak ve ancak tarihsel süreçler içinde ve onlar aracılığıyla kendini ürettiği ölçüde var olan bir varlık olarak kavrar. Ancak Eliade’nin eleştirisi yalnızca Hegelci etkilerin hedef alınmasıyla sınırlı değildir; son iki yüzyılda Batı’nın entelektüel müessesesinin tamamına yöneliktir. Kitabın başında—1945’te Portekiz’de yazılan Giriş’te—Eliade, Batı felsefesinin neredeyse bütünüyle kendi geleneğiyle sınırlı kaldığını, örneğin Doğu düşüncesinin geliştirdiği sorun ve çözümleri görmezden geldiğini belirtir. Böylece felsefe, en başından itibaren, arkaik toplulukların dindar insanı pahasına tarihsel uygarlığın insanını ayrıcalıklı kılmıştır.

Daha sonra Kutsal ve Kutsal-Dışında’da Eliade, modern Batı insanının kutsalın herhangi bir tezahürüne karşı bir tür isteksizlik yaşadığını, hiyerofani sürecine artık ayarlı olmadığını savunur. Düşüncedeki bu bozulmanın ve kutsaldan arınma sürecinin daha önceki işaretlerini kabul etmekle birlikte, Eliade belirleyici darbenin modernlikle geldiğini düşünür. Sonuçta, bütünüyle profan unsuru cisimleştiren bir Batı, insan tin tarihinin—hatta genel olarak—nispeten yeni bir olgusu olarak ortaya çıkar. Nitekim “Doğanın Kutsaldan Arındırılması” başlıklı bölümde Eliade, tam sekülerleşmenin, artık yalnızca kaotik olarak algılanan bir kozmosa yerleşebilen dindışı insanın bütün deneyimini tanımlayan yeni bir özellik olduğunu vurgular. Bu kaos, yalnızca doğrusal ve döngüsel olmayan bir zaman anlayışının, ilerleme yönündeki yanılsamalı kavrayışlarla birlikte benimsenmesi nedeniyle ortaya çıkar; böylece insan hem yıkımın hem de onu izleyen periyodik yeniden yaratımın kavranışında kısıtlanır—oysa bu unsurlar ritüel pratiğin büyük bölümünü temelden belirler.

Peki, öyleyse ne yapılmalıdır? Modern insan mevcut kaotik durumunu nasıl aşacaktır? Bunun yolu modernliği geride bırakmak ve kutsal zamana yeniden entegre olmaktan geçer. Modern insan, sözde keyfî ilerleme yürüyüşünde bir basamak olarak var olmadığını; tersine, gerçekten var olamayan inorganik bir anomali olduğunu idrak etmelidir. Eliade’nin düşüncesinin postmodernizm üzerindeki etkisi, insanı özgün varoluş kipini yeniden keşfetmeye zorlamasıdır. İnsan, bir mikrokozmos olarak anlaşılmalıdır. “Sadece” insan olarak varoluşun egzistansiyalizmi, arkaik mitte tamamlanmasını bekler. Bu, aşkın unsurun içselleştirilmesiyle gerçekleşir; böylece insana daha yüksek bir varlık düzleminden gelen bir anlam ve amaç verilir. İnsan, mitlere katılım yoluyla kendi durumundan ve tarihsel zamandan kaçar. Mitlere katılım, insanı illo tempore’ye—tanrıların mitsel zamanına—taşır ve böylece varoluşu gerekçelendirilmiş olur.

Eliade, insanın dünyaya “yeniden açılmasını” savunur. Modern insan, kendisinin ürettiği değerlerin ötesinde herhangi bir metafizik değeri reddettiği için dünyaya kapalıdır. İlerleme sunağına sunulan buhur dağıldığında keşfettiğimiz şey şudur: İnsan, metafizik değeri bütünüyle kendi başına üretemez. Varlığın bir açıklığı vardır; arkaik insan iki düzlemde yaşardı: Birincisi, maddi dünya, yakın çevresi tarafından biçimlendirilirdi. İkinci düzlem ise dinsel olandı; burada insan ve çevresi, aşkın olandan anlam ve değer kazanırdı. Dünyayı bilmek, onun dinsel anlamla dolu olduğunu bilmek, tam anlamıyla insan olmanın ne demek olduğunu bilmektir. Bu, mikrokozmosa dönüş, profanın reddi ve kutsalın kucaklanmasıdır.

Bu noktayı pekiştirmek için modern insanın durumuna bakalım. Modern insanın “yaptığı” şeylerin kaçı özünde profandır? Kaç gündelik eylem dinsel bir anlamdan ya da önemden yoksun biçimde gerçekleştirilir? Eğer insanlık, kutsala ve aşkına açık olduğunda gerçekten kendine geliyorsa, o hâlde kapalı bir insan nedir? Modern insan nedir? Modern insan tam anlamıyla insan değildir. Belki de bu, Mircea Eliade’nin yaşamı ve eserlerinden çıkarılabilecek en önemli sonuçlardan biridir. Eliade farklı bir vizyon sunar: arkaik insanlıkla bütünüyle bütünleşmiş bir postmodern insan vizyonu. Bu insan, tanrıların ölümünü değil, dönüşlerini ilan edecektir.

Leave A Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir