Dr. Ali Azzali : Eğitim nötr bir süreç değildir

Merhaba, Doktor Ali Azzali. Nasılsınız? Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sizinle tanışarak başlayalım. Bize hikâyenizi anlatabilir misiniz? Özellikle Müslüman oluş hikâyenizi… İtalya’dan başlayan yolculuğunuz nasıl olup da Cape Town’a uzandı?

Ve aleyküm selam ve rahmetullah. Öncelikle beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Hikâyeme gelecek olursak, 1971’de Katolik bir ailenin çocuğu olarak Parma’da doğdum. İslam’la ilk karşılaşmam, büyük bir İtalyan entelektüel olan Prof. Claudio Umar Amin Mutti ile tanıştığımda gerçekleşti. Onunla ilk karşılaştığımda kalbim bana konuşmuş gibiydi; aradığım şeyin onda olduğunu bir şekilde anlamıştım. Onun vesilesiyle Müslüman oldum ve 20 yaşındayken Şazelî-Derkavî tarikatına intisap ettim. Ardından, o beni Şeyh Abdalqadir es-Sufi’nin tasavvuf eğitimine tanıttı. O dönemde Şeyh Abdalqadir, Batı’da müthiş bir davet (da’wa) faaliyeti yürütüyordu. Parma Üniversitesi’ndeki eğitimimi tamamladıktan sonra, dünyanın farklı yerlerinde – Arnavutluk, Bosna, Malezya, İskoçya, Fas, Türkiye, İspanya ve en sonunda 2005’ten beri yaşadığım Güney Afrika’da – çeşitli projelerde yer aldım.

Yıllarca Abdulkadir Sufi ile birlikte oldunuz. 1990-2000 arasında Türkiye’de de eserleri popülerdi. Kendisi çok özel ve sıra dışı bir Sufi şeyhi. Ancak hakkında birçok komplo teorisi de var. Şeyh Abdulkadir’i sizden dinlemek isteriz.

Şeyh Abdalqadir büyük bir öğretmen ve âlimdir; kendisini “sıra dışı” olarak tanımlamazdım. Silsilesi tartışmasızdır ve Şazelî-Derkavî yoluna dayanır. 1995’te Şeyh Mahmud Efendi ile bir araya geldiğinde, o derhal kırk müridinin Fatih’teki dergâhında kalmasını istedi ve onlardan biri de bendim. İki hafta boyunca orada kaldık, büyük Nakşibendî âlimiyle beraber namaz kıldık ve birlikte yemek yedik.

O dönemde Şeyh Abdalqadir, Dr. Erbakan’ın daveti üzerine İstanbul’a gelmişti ve kendisine tam destek vermişti. Türkiye’de o yıllarda olağanüstü şeyler oluyordu. Şehrin büyük bütün şeyhleriyle tanıştık; bunlar arasında özellikle Şeyh Mahmud Esad Coşan’ı anmalıyım. En unutulmaz etkinlik, hilafet meselesinin konuşulduğu, son derece kalabalık bir salonda düzenlenen toplu bir toplantıydı. Aynı etkinlikteki diğer konuşmacı ise Fransız Müslüman filozof Roger Garaudy idi.

Şeyh Abdalqadir’in özgünlüğü, Batı geleneğini derinlemesine bilmesi ve çağdaş siyasal ortamı, finansın rolünü çok iyi anlamasında yatıyor. Kendisiyle ilk tanıştığım zamanlardan birinde, bana Luigi Pirandello’nun “Maschere Nude” (Çıplak Maskeler) eserinin nefs üzerine bir risale gibi olduğunu söylemişti. Onun öğretisi “sıra dışı” görülebilir, çünkü müridlerinin çoğu Batı kökenli ve Batı’da meşru her türlü ruhsal yolun “zararsız bir spritüalizm”e indirgenmesi eğilimi çok baskındır. Bu yüzden öğrettikleri, kimi zaman sert ve alışılmadık gelmiştir. Şeriat, Tarikat ve Hakikat’in önemini her fırsatta vurguladı; çünkü Batı’da tasavvuf çoğu zaman şeriattan kopuk bir hâlde sunuluyordu. Bize, İslam’ın Medine modeline dayandığını öğretmiştir; bu nedenle “mükemmel topluluk” anlayışı, başından beri onun öğretilerinin kalbinde yer alır. Siyasetle ilgilendiği için de çokça eleştirilmiştir. Aynı zamanda din ve tasavvufa dair çok önemli klasik eserleri yazdı ve çevirtti. Bunlar dünyanın dört bir yanında binlerce insanın İslam’a girmesine vesile oldu. İmam Mâlik’in Muvatta’ı ve Kâdî İyâd’ın eş-Şifâ’sı gibi çeviriler, bu eserlerin sadece birkaç örneğidir.

Komplo teorilerine gelince, Şeyh Abdalqadir şöyle derdi: “Maymunlara fındık-fıstık atıyoruz…”
Benim söyleyebileceğim şu ki, kendisiyle ilk tanıştığımda, masonluktaki bağlantısından dolayı René Guénon’un (‘Abdülvâhid Yahyâ) öğretilerini dikkate almamamı öğütlemişti. 1996’da İstanbul’u ziyaret ettiğimizde Fatih’teki Halvetî-Cerrahî dergâhında bir mevsim (moussem) düzenledik. Şeyh Abdalqadir’in zikir gecesinin ardından yaptığı sohbetin merkezinde Masonluğun rolü ve Emmanuel Carasso’nun Sultan II. Abdülhamid Han’a karşı düzenlenen kumpasdaki payı vardı. O dönemde, son büyük sultanın tahttan indirilmesine yol açan gerçek sebepleri ortaya koyduğu “The Return of the Caliphate (Hilafetin Dönüşü)” başlıklı çok manidar bir makale de yayımlamıştı.

Antik Roma üzerine çalışan bir tarihçisiniz. Şeyh Abdülkadir Sufi’nin, son dönemde Ian Dallas adıyla kaleme aldığı “The Entire City” ve “The Engines of the Broken World” adlı eserleri Antik Roma üzerine yoğunlaşıyor. Roma’ya yapılan atıflar, Avrupalı ve Amerikalı bir bakış açısından bugünü anlamak için mantıklı görünüyor. Ancak neden Antik Roma, Müslüman topraklarda yaşayan insanlar için de önemli olsun?

Roma’yı anlamak, modern siyasi sistemin temellerini anlamak demektir. Roma Cumhuriyeti, modern devlet ve anayasa yapısının modelini oluşturmuştur. Öyle ki bu “gestalt” (form), Doğu’dan Batı’ya hemen her modern siyasi yapıda izlenebilir. Ayrıca, Niccolò Machiavelli’nin de öğrettiği gibi, Roma Tarihi’nin incelenmesi, İbn Haldun’un Mukaddime’de tanımladığı tarih döngülerinin bir paradigması işlevini görür. Bu nedenlerle, geçmişte dünya siyasi elitleri, eğitimin önemli bir parçası olarak Latince ve Roma tarihini öğrenirdi. Aynı zamanda Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettikten sonra yaptığı konuşmada Roma İmparatoru unvanını talep etmiş ve Roma tarihine dair engin bilgilerini ortaya koymuştur. Sonuçta, insan eylemleri kendini tekrar eder; bu yüzden “Güneşin altında yeni bir şey yok” anlamına gelen “Nihil novi sub sole” sözü, klasik çalışmaların, günümüz siyasi durumunu kavramak için neden bu kadar önemli olduğunu kısaca özetler.

Müslümanlar olarak bizim görevimiz, dünyanın durumunu anlayabilmektir; böylece Allah’ın dinini yayabilecek ve kardeşlerimizi koruyabilecek güce sahip oluruz. Roma tarihini inceleyerek “arcana imperi”yi (devlet sırları) kavrayabilir ve böylece Batı medyasının propagandasıyla kurulan tuzaklardan sakınarak etkili bir şekilde hareket edebiliriz.

Çok hızlı değişen bir dünyadayız. Yapay zekâ hem dünya sistemini hem siyaseti etkiliyor; sosyal medya gibi birçok teknolojik değişim var. Dünyaya baktığınızda, Müslümanlar olarak neyi doğru teşhis edemiyor ya da çözemiyoruz?

İnsanlığın günümüzdeki en büyük riski, Ernst Jünger’in geçen yüzyılda öngördüğü gibi, bir çeşit karınca yuvasına dönüştürülmektir. Son on yıllarda teknolojik ilerlemenin hızlı ivmesi, hem birey hem de toplumsal düzeydeki kontrol mekanizmalarını artırmıştır. Çağdaş eğitimin temel ilkesi “verimlilik”tir. Yeni nesiller, sorulara hızlı cevaplar vermek üzere eğitiliyor ama hayatın büyük sorularını sormaktan aciz kalıyorlar.

Rabbimiz, Tekvir Suresi’nde bize şunu hatırlatır: “Öyleyse nereye gidiyorsunuz?” (81:26)

Bunun sonucu olarak, farkındalığı olmayan köleler ordusu doğuyor ve mevcut durumu sorgulayamıyorlar. Blade Runner 2049 adlı filmde, yönetmen tekniğin hâkim olduğu distopik bir toplumu tasvir ediyor. Bireyin kişisel kimliği bile bir teknik yapıntı olarak sorgulanıyor. Bu karanlık senaryoda bile, baş kahramanın içinde bir “mucize” kıvılcımı uyanışa neden oluyor. Gayba iman, en karanlık durumlarda bile insan kalmamızı sağlayan yegâne şeydir.

Dallas College’da hocalık yapıyorsunuz. Gerçekten dünya Müslümanları için eğitim alanında önemli bir örnek olan Cape Town’daki Dallas College hakkında bize biraz bilgi verir misiniz? Nasıl bir süreç sonucunda doğdu? Bugün geldiği durum nedir?

Bu soruya cevap vermek için, 2012’de vefat eden en iyi hocalarımızdan Hacı Abdullah Luongo’nun sözlerini ödünç almama izin verin:

“2004 yılında, Güney Afrika’nın Cape Town şehrinde küçük bir özel kolej kuruldu. Bu, liderlik okulu olacak bir yerdi; tüm ırklardan, belirli bir kapasiteye ve ‘gerçekten fark yaratma ve sorumluluk alma’ arzusuna sahip genç insanların, yeni bir dünya kurmak için yetiştirileceği bir yer. Eğitimi sadece bir işe giriş bileti olarak gören büyük kitleler için değildi – ki bugün dünyada sık sık o bilet sizi hedefinize ulaştırmayabiliyor da. Bu yeni kolej, özgür sanatlar (liberal arts) eğitiminin özgün amacını yeniden canlandırmayı hedefledi: Genç erkekleri geleceğin liderleri olmaya hazırlamak. Gelişmiş ülkelerden Üçüncü Dünya ülkelerine kadar herkesi, liberal demokrasinin perdesi arkasında işleyen kredi tabanlı kapitalizmin dünya çapındaki hâkimiyetine boyun eğdiren bu çağda, yeni bir ‘nomos’a acil ihtiyaç var. Ayrıca insanları ve onlarla beraber yaşadığımız ekosistemi kurtarmak için gerekli liderliği üstlenecek kadın ve erkeklere de ihtiyaç var.”

Günümüzde baskın bilişsel model, her türlü etik boyuttan bağımsız, sadece beceri ve problem çözme yeteneklerini güçlendirmeye odaklıdır. Karakter inşası ya da hayatın temel soruları dikkate alınmaz. Öğrenme süreci, faydacı “en az çabayla en çok fayda” mantığına uygun bir şekilde “dosya yüklemesine” indirgenmiştir.

Bu süreçte kaybolan şey, bilgiyle hayat arasındaki ilişkidir. Performans ilkesi, öğrenme sürecini, eleştirel düşünmeye yeterince vakit tanımayan bir yarışmaya dönüştürmüştür. Böylece öğrenci, içine rastgele içerikler doldurulan pasif bir kaba dönüşmektedir.

Etik boyutun öğrenme sürecinden tamamen kopması, “hayatın anlamını arayış”tan uzak bir haz kültünü beraberinde getirir. Günümüz neoliberal düzeni, propaganda organları aracılığıyla kulağımıza sürekli “Neden olmasın?” diye fısıldar. “Neden ölüme kadar zevk almıyoruz ki?” – Bu, yeni yasanın ta kendisidir.

Oysa herhangi bir gerçek bilginin vazgeçilmez koşulu olan “sınır” (limit) deneyimi anlamsızlaşmıştır. Bu noktada akla şu soru gelir: “Eğitim sürecine, pozitif ama travmatik bir sınır (limit) deneyimini nasıl geri kazandırabiliriz?”

Nietzsche bizi uyarır: “Çöl büyüyor; çölü içinde saklayanlara yazıklar olsun.”

Yaşadığımız çağ, 60’lardaki devrimci-özgürlükçü hareket ile bugünkü finans kapitalizmi arasındaki korkunç bir iş birliğinin ürünüdür. Böylesi bir durumda okul, merkezine karakter ve dünya görüşü inşasını koymalı; “Neden olmasın?” şeklindeki çarpık yasanın etkisine direnen bir yer olarak kalmalıdır.

Peki ne yapmalı? Hangi bilgiye ihtiyacımız var? İnsanın dönüşümü hakkındaki bilgiye. Tüm kültürler, insani dönüşümü bilir; bütün geleneklerin özünde, insanın değişimini anlatan mitler vardır. Bu dönüşüm, farklı aşamalardan geçen insan doğasının içsel bir parçasıdır. Modern psikoloji ise bunu kabul etmez. Psikoloji, Freud’un da vurguladığı gibi, pre-fallik, genital evreye takılı kalmıştır. Bu da bir tür “larva evresi”dir; yani dönüşüm öncesi bir aşama. Eğitimimiz, tırtıl aşamasına odaklanmıştır ve kelebek aşamasını tamamen yok sayar.

Gerçek bilgi, larva evresinden kelebek evresine doğru başka bir hayatın (kelebeğin) kuluçkada olduğu gerçeğini içerir. Resmî kültür, insanın “bir şeyi arama” dürtüsünü tanımadığı için ona cevap veremez ve böylece bir tırtıl kültürü, bir larva kültürü ortaya çıkar. Bu dönüşüme yeterince güvenmiyoruz. Kültürümüz, ansiklopedik heveslerine rağmen bunu geçerli saymaz.

Gerçek eğitim, her zaman akıntıya karşı kürek çekerek gerçekleşir. Okul, hâlâ eleştirel düşüncenin mümkün olduğu bir mekân olmalıdır. Toplumu itaatkârlığa, pasif uyuma ve eleştirel düşüncenin susturulmasına yönelten bu sosyal söylem karşısında direniş merkezi işlevi görmelidir. En iyi korunma yöntemi, kültür ve beşerî bilimlerin sunduğu bir direniş noktasıdır. Dallas College’daki çalışmalarımızın özünde de bu vardır.

Beşerî bilimleri (liberal arts) klasik İslami eğitim ile nasıl ilişkilendirirsiniz? Arada bir fark var mı yoksa örtüşüyor mu?

Beşerî bilimler üniversitesi derken, beşerî bilimler ve doğa bilimlerinde lisans eğitimini önceleyen bir eğitim modelini kastediyoruz. Beşerî bilimler üniversiteleri, genel müfredatları ve küçüklükleri ile diğer yükseköğretim türlerinden ayrılır.

Eğitimin asla nötr bir süreç olmadığını hatırlamalıyız. Büyük pedagog Paulo Freire’den bahseden Richard Shaull şunları söyler: Nötr bir eğitim süreci diye bir şey yoktur.

Eğitim, nesillerin mevcut sistemin mantığına entegrasyonunu kolaylaştırmak ve ona uyumlarını sağlamak için kullanılan bir araç olarak işlev görür ya da kadın ve erkeklerin gerçeklikle eleştirel olarak uğraştığı ve yaşadıkları dünyanın dönüşümüne nasıl katılacağını keşfettiği bir araç olan özgürlüğün tatbiki hâline gelir.

Kurumumuzun amacı imam yetiştirmek değil, dünyaya ilişkin derin bir bilgi ve anlayışa sahip hem ulusal hem de uluslararası düzeyde liderliğe hazır Müslüman bir nesil yetiştirmektir. Eğitimin, her şeyden önce, karakter oluşumu ile ilgili olduğuna inanıyoruz.

Bu bağlamda Şeyh Abdulkadir, Dallas College’de yaptığı bir konuşmada kurumun temeli olan fütüvvet(gençlik) hakkında şöyle konuştu:

Mezunlarımızı dünyanın farklı bölgelerine gönderiyoruz, hem bugün yeni gelişen sosyal bağları ve zamanın politik araçlarını anlamaları için tam donanımlı yetiştiriyoruz hem de küresel bir iletişim uzmanlığının yanı sıra liderlik aracı olarak belagati öğretiyoruz. Bu amaca, siyaset bilimi, dil ve medya ile İslami bilginin bir arada kullanılmasıyla ulaşılır.

“Sınırların deneyimi” ifadesini tasavvuf bağlamında mı kullanıyorsunuz? Olumlu bir şekilde eğitimin nasıl bir parçası olabilir?

“Sınır deneyiminden” kastımız, son derece kapitalist bir toplum bağlamında teşekkül etmiş tabuları yıkmaya hizmet edecek tepkidir.

Okul krizi, bugün “eğitim” dediğimiz biçimlendirici sürecin krizini ifade eder. Okullar, bireylerin karakterini ve dünya vizyonunu şekillendirmekte yetersiz kaldığı kamusal mekânlar oldu. Okul bugün kültürün teşekkül ettiği alanın dışında; kapitalizmin itici gücü hedonizmi körükleyen televizyon ve internet tarafından ele geçirilmiştir.

Aslında kapitalist söylemin illüzyonunu medya aracılığıyla yaydığı görülmektedir. Bu yeni totaliterlik, piyasanın sınırsızca sunduğu zevk nesnelerinin hipnotik olarak baştan çıkarmasıyla ifade edilebilir.Meta fetişizmi zamanında yaşıyoruz. Kapitalist söyleme göre insan hayatı, sürekli artan miktarlarda mal sahibi olmakla tatmin duygusuna, mutluluğa ve kurtuluşa erişecektir.

Tüketime sunulan her yeni ürün, piyasa tarafından varoluş sorununa, fıtri arayışa çözüm olarak sunulmaktadır. Piyasanın sınırsızca sunduğu en başta uyuşturucular olmak üzere bu ürünler hiçbir zaman gerçek tatmin veremez, aksine yeni bir boşluk ve bağımlılık yaratır.

Ekonomistlerin teknoloji aletlerinin planlı eskimesi dedikleri şey insan ilişkilerinin kuralı hâline geldi. Aşk bile bir buzdolabı ya da bir iPhone modeli biçiminde tasavvur ediliyor. Yenilik kültü kural oldu.

Gençliğin bozulmasına, geçmişte olduğu gibi, hayaller ve gerçeklik arasındaki çatışma neden olmuyor. Bozulmanın sebebi hayallerin yokluğundan kaynaklanıyor. Bu hastalığın patolojileri toplumumuzda belirgindir: depresyon, duyarsızlık, uyuşturucu ve teknoloji bağımlılığı, anoreksi, bulimya, pornografi vb. Aletlere karşı olan anti-aşk, başkasına olan aşkın yerini almıştır. Geriye sadece yıkıcı ve otistik zevk arayışının yalnızlığında kaybolan beden kaldı.

Türkiye’ye çok yoğun muhabbetiniz var. Birkaç kere geldiğinizi ve Türkiye’yi çok sevdiğinizi biliyorum. Özellikle İstanbul ve Türkiye’ye dair anılarınızı, gözlemlerinizi dinlemek isteriz.

Türkiye’ye birkaç kez geldim ve her seferinde ülkeye ve insanlarına çok derin bir bağ hissettim. Sultan Mehmed Fatih, daha önce sözünü ettiğim meşhur konuşmasında, Osmanlı ordusunun İstanbul’u fethinin, Truva’nın Yunanlılara karşı intikamı olduğunu söylemişti; çünkü geleneksel olarak Roma’yı kuranlar, Truvalı Aeneas’ın soyundan gelenlerdir. Kısa bir süre önce Tarsuslu bir Kadirî-Rifâî şeyhi, Güney Afrika’yı ziyaretinde bana, “Turan kurdu ile Romulus’un kurdu aynı hayvandır,” diyerek iki halk arasında bir akrabalık vurguladı. Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli’nin türbesi, Roma’nın ilk imparatoru Augustus’un tapınağının hemen bitişiğine inşa edilmiştir ki bu da manidardır.

Türkiye ile bağlantım, 2012 Mirac Kandili gecesinde Ankara’da Şeyh Ömer Efendi er-Rifâî ile tanışınca daha da güçlendi. Onun tasavvuf yolundaki derin bilgisi, edebi ve Peygamber Efendimiz (s.a.s) ile Ehl-i Beyt’e duyduğu sevgi beni çok etkiledi. Onun öğretilerinin ve irtibatının saflığı bana adeta şifa oldu. Müridlerinin kalitesi de bu zamanda onun yolunun geçerliliğinin bir kanıtı. Yakın zamanda meydana gelen başarısız darbe girişiminde, tüm müridlerine Ankara’ya yürümeleri çağrısında bulundu ve meşru hükümete destek için geceleyin halka açık bir zikir yaptılar. Müridlerine, “Korkmayın, sadece bir kez ölürüz,” dedi. Bana göre gerçek tasavvuf tam da budur.

Avrupalı Müslüman azınlıklar özellikle mühtedi azınlıklar birçok problemle karşı karşıya kalıyor. Müslüman olmayan bir toplumda liberal baskı, entegrasyon adı altında çoğulculuğun, homoseksüellik başta olmak üzere üstesinden gelmesi gereken ciddi siyasi meseleler var. Sizce Müslümanlar azınlıkta kalarak kendilerini koruyabilecekler mi? Ümmete nasıl bir katkı sunabilirler?

1992’de İslam’ı kabul ettiğimde, şehrimde fakir bir bölgede sadece küçük bir namaz odası vardı. İbadet edenler çoğunlukla Arap ülkelerinden gelen öğrenciler ve Kuzey Afrika’dan birkaç işçi idi. Şimdi yanılmıyorsam Parma’da üç cami var.

İslam, Avrupa’da etkileyici bir hızla yayıldı. Başlangıçta birçok zorluk yaşadık. Her cuma namazı için camiye giderken, İtalyan polisinin beni çok da özgürlükçü olmayan bir şekilde caydırmaya çalıştığını hatırlıyorum.

Entegrasyon sorunu çok karmaşık ve belirsiz, Avrupa yerlisi Müslümanlar için geçerli olmamalıdır. İslam, bir medeniyeti vahye dayanan kanunlara aykırı olandan arındıran bir filtredir. Osmanlılar bunun farkındaydı, bu sebepten dolayı bir ülkeyi fethettikleri zaman şeriatla çelişmeyen yerel yasaları (kanun) korurlardı. Avrupa’da yerli Müslümanlar kimliklerini korumalı ve diğer insanların kimliklerini benimsememelidir.

İslam, Batı’nın düşmanı değildir; Amerikan tuzağına düşmemeli ve “Medeniyetler Çatışması” fikrini kabul etmemeliyiz, ancak halkın dilini konuşmaya çalışmalıyız. Kıyamet günü ile ilgili alametlerden biri, dünyanın sona ermesinden önce güneşin Batı’da doğmasıdır ve bunun iki yönlü bir anlamı vardır.

Ayrıca ünlü hadisi de aklımızda tutmalıyız: “Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” İslam’ın mesajını halkın dilinde sunabileceksek -ve dil derken, sadece basit bir çeviri değil, o millettin dünya görüşüne (Weltanschauung) göre- Bosna ya da Arnavutluk’taki gibi bir Avrupa İslam’ı olacak. Küresel olarak George Soros gibi finansörler tarafından desteklenen modern entegrasyon fikrine gelince, tüm dinleri kapitalist yaşam biçiminin ortak şemsiyesi altında birleştiren bir “ekümenizm” fikrine dayandığı için reddedilmelidir. İnsan hakları evrensel doktrini dinlerin geçerliliğine karşı ve üstünde tesis edilmiştir. Ama bizim için “Allah indinden tek din İslam’dır” (Âli İmran 19)

Bitirirken söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Son olarak şunu söylemek isterim: Türkiye, Avrupa’da İslam’ın yayılmasında büyük bir rol oynayacaktır. Bizim için Türkiye, en karanlık gecede bir deniz feneri gibidir. Teşekkür ederim.

1 Comment Dr. Ali Azzali : Eğitim nötr bir süreç değildir

  1. Mehmet Murat Şahin 12 Şubat 2025 at 17:18

    Teşekkürler Eren bey, çok zihin açıcı bir söyleşi olmuş. Size iyi çalışmalar diliyorum.

    Reply

Leave A Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir