Rachid Koraichi: Sömürgecilerin üzerimizden neden tahakküm kurabildiklerini sormalıyız

Rachid Koraichi’nin Les Maitres Invisibles eserlerini gördüğüm zaman onlara bakmaktan uzun süre kendimi alamadım. Resimlerin arkasında gerçekten bir sır mı vardı yoksa hissettiklerim oryantalist meraklar mıydı? Araştırdıkça sanatçılığı ve aktivistliği bende hayranlık ve merak uyandırdı. Kuzey Afrikalı sanatçıların kendi dinî ve kültürel değerleriyle çatışmadan dünya çapında işler üretmelerinden alacağımız dersler var. Özel bir teşekkür de Dr. Zekia Setti’ye etmem gerek. Sorularımı Fransızcaya çevirip yardımcı olmasaydı bu söyleşi ortaya çıkmazdı.

Öncelikle bizimle bu söyleşiyi yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Başlamadan önce bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Soyadınız “Kureyşi”, bu gerçekten merak uyandırıcı.

Hayatım ve bilhassa aile geçmişim benim için son derece anlamlıdır. Mekke’yi 7. yüzyılda terk eden büyük büyük dedemiz El Adouani, Ukbe bin Nafi ile birlikte göç etmiş. O dönemde ailemden iki grup aynı anda Mekke’yi terk etmiş. Kuzeye doğru giden bir grup, Mekke’den ayrılıp Basra’ya gitmiş; oradan İran’a geçip Tebriz’e ve daha sonra Bağdat’a geçmiş, oradan da kuzeye yani Özbekistan’a yönelmişler. Bugün Dağıstan olarak bildiğimiz Hazar Denizi civarına yerleşmişler ve orada hem sanatsal hem de kültürel anlamda çok güçlü bir varlık göstermişler. İslam’ın, Kuran’ın ve kutsal emanetlerin korunması ve yaşatılması adına çok önemli bir görev üstlenmişler. Bugün orada hâlâ birçok Kureyşi yerleşkesi mevcut ve eğer internette “Kalaa Kureyş” diye aratırsanız, dağlarda, ovalarda, kasabalarda ve şehirlerde binlerce hatta yüz binlerce muhteşem eser görürsünüz.

Kafkasya’ya doğru, diğer istikamet ise Batı’ya doğru, yani Mekke, Cidde, Medine, Kudüs, Kahire, Bingazi, Trablus’a doğru uzanmış. doğru, yani Mekke, Cidde, Medine, Kudüs, Kahire, Bingazi, Trablus’a doğru uzanmış. Atalarımız 7. yüzyılda Kayrevan şehrini kurmuşlar, ailemizin adı bu vesileyle Kayrevan Ulu Caminin kitabesinde de geçer. Ayrıca Kureyşiler mezarlığında yüzlerce mezar taşı vardır. Sonrasında ise daha da güneye inmişler ve Aurès’e ulaşmışlar. Günümüzde Sidi Oqba olarak anılan bir kasabada gömülü olan Ukbe bin Nafi’nin ölümü üzerine büyük büyük dedem olan El Adouani onu oraya defnettikten sonra biraz daha güneye ilerleyerek Oued Souf bölgesine varmış. Buradan da Ticani zaviyesi aracılığıyla Sahraaltı Afrika’ya yani Afrika’nın derinliklerine inmişler. Sudan’da ve Darfur’da çok büyük bir nüfuza kavuşmuşlar. Bugün Nijerya’da hâlâ 45 milyondan fazla Ticani var. İşte benim ve ailemin serüveni kısaca bu kadar.

Kalaa Kureyş’i biliyorum. Özellikle mezar taşlarıyla Kafkasya Müslümanları ait kültür içerisinde özel bir yeri var.

Orada bir el yazmaları restorasyon atölyesi kurdum ve henüz basılmamış 35.000 el yazması tespit ettim. El yazmalarının dışarıya gitmesini istemiyordum, bu sebeple Dubaili bir âlim olan Cuma El Mecid’ten bu el yazmalarının restore edilmesini rica ettim. Kendisi el yazmalarının restorasyonu ve korunması için tesis edilen olağanüstü bir merkezin sahibi ve dünya çapında yaklaşık 120 el yazması restorasyon merkezi daha kurduğu için UNESCO tarafından sık sık aranılan birisidir. Mali ve Ticani’deki zaviyelerin bulunduğu bölgeler yağmalandığı zaman kendisine iş düşmüştü. Çok sayıda el yazması imha edilmişti, dolayısıyla Timbuktu’dakileri kurtarmak öncelikli meseleydi. İşte bu nedenle bir restorasyon merkezi kuran kişi yine Şeyh Cuma’ydı. Kendisiyle beraber çalışmayı arzu ediyorum ama el yazmalarının olduğu yerde kalması şartıyla.

Resme nasıl ilgi duydunuz?

Eğitimimin temelinde Batı tarzı resim, heykel ve benzeri sanatların olduğu inkâr edilemez. Güzel sanatlar okulundayken klasik resim yaptım ve aslına bakarsanız bunu uzun yıllar boyunca eğitimimin bir parçası olarak gördüm. Öte yandan, doğduğum yer itibariyle her zaman bir zaviyeye yani bir cemaat kültürüne bağlı kaldım. Aynı zamanda, sömürge döneminde, bir medresede Kur’an-ı Kerim öğreniyorduk, sarf ve nahivi, Arap dilinin fiil çekimlerini, gramerini ve daha birçok şeyi öğrenmiştik. Benim için iki kültürü birden öğrenmek çok anlamlıydı; doğduğumuz kültür, sömürgeleştirmeye direnebilmek için çok önemliydi ama aynı zamanda Fransızcayı da sömürgecinin dili olarak öğrenmek zorundaydık. Ötekinin dilini yani düşmanınızın veyahut sizi yok etmeye kast edenin dilini öğrenmek ona karşı mücadele edebilmenin yegâne yoluydu. Çalışmalarımı çok daha eskilere dayandırıyorum. Kısa bir süre önce Tassili’ye gittim ve orada biz Cezayirlilerin insanlığın ilk duvar resimlerinin ve ilk kabartmalarının bulunduğunu iddia ettiği Tassili’deki, Tadrart’taki ve aynı zamanda Altamira’daki, Lascaux’daki ve dünyanın ilk sanat örneklerinin doğduğu diğer köşelerdeki mağara resimlerinin ve kabartmaların sanatımızın ilk nüvelerini oluşturduğunu düşünüyorum. Üstelik bu insanlar bugün bildiğimiz anlamda sanatçı falan da değillerdi; çoban olarak sürülerine eşlik etmek üzere yaylalara çıkan insanlardı ve mağaralarda geçirdikleri zaman boyunca o kadar muhteşem eserler çizdiler, o kadar güzel desenler işlediler ki bunları gördüğünüzde bugünkü aletlerle bile onların yaptıklarını yapabileceğinizi hayal bile edemezsiniz. Öyleyse her şeyden önce onlar bizim ilk hocalarımızdır.

Üstelik eserlerini icra ettikleri bu yerler onların hem atölyeleri hem de sergi salonlarıydı. Bu sayede, resim ve kabartmalarını yapmak için seçtikleri alanların her zaman kum fırtınalarından korunan mağaralar olduğunu görebilirsiniz. Kum fırtınalarının yönlerini zaten biliyorlardı çünkü kum fırtınaları kayaları ufalayıp zımpara kâğıdı gibi kazıyordu, bu yüzden yaptıkları eserleri koruyabilmek için onları bu korunaklı noktalara yerleştirdiler. Yani burası hem bir yaratım yeri hem bir teşhir yeri hem de bir okuldu. Satılacak bir şey yoktu, sadece karşılıksız memnuniyet ve bir şeyler üretmenin hazzı vardı. İşte bu yüzden bizim için bir ilk sanat okulu varsa o da budur.

Müslüman ülkelerdeki bazı sanatçılar kendilerini dinî ve etnik kökenlerinden soyutluyor ve kültürel miraslarıyla kurdukları ilişki neredeyse oryantalist bir görüntü çizebiliyor. Öte yandan günümüzde pek çok sanatçı Doğu ile Batı’yı ya da modern ile gelenekseli kaynaştırmaya çalışıyor. Ancak bu sentez arayışı çoğu zaman ortaya koydukları eserlerde göze çarpan bir yapaylığa sebebiyet veriyor. Bu tarz bir sentez yoluna başvurmak gerçekten gerekli mi?

Oryantalizm, bizden önceki nesillerden ve ondan da öncekilerden kendi payına düşeni almıştır, yeni bir şey sayılmaz. Yakın dostum Edward Said’in Oryantalizm üzerine kaleme aldığı kitap, bu konuda yapılmış sıra dışı bir analizdi. Bizim için ise bu meselenin birkaç değişik boyutu var. Günümüzde herkes hat çalışmak istiyor, sürekli biçimsiz harfler yazarak sözde hattatlık yapıyor. Artık bunları sorgulamıyorum. Sanat icra eden insanları uyuşturucu ya da silah satan insanlara tercih ederim. Ayrıca, zirveye oynamayan sanatçıları tercih ederim, bu sayede kimilerinin önü açılacak kimileri ise o kadar şanslı olmayacaktır. Fakat her yerde bir hat yazma furyası aldı başını gidiyor, ben de çok kopyalanıyorum. Bununla birlikte benim yazı çalışmalarım çok özel bir estetik çerçeveye sahip çünkü neredeyse hiç Kur’an metinleri üzerinde çalışmıyorum, sonuçta onlar kutsal metin, dolayısıyla bir tür saygısızlık sayılabilir, öte yandan sufi üstatların metinleri üzerinde çok çalışıyorum.

Bugün Türk hat ekolünün ve Türkiye’deki hat ve tezhip öğretiminin müthiş bir seviyeye ulaştığını biliyorum. Yine, çeşitli vesilelerle sanat okullarını ziyaret etmiş birisi olarak Pakistan’ın Lahor kentinde çok iyi hat ve tezhip okulları olduğunu ve bu okullarda başarılı çalışmalar yürütülebildiğine tanık oldum. Ayrıca Şarika’daki Hüsn-i Hat Festivali de artık düzenli bir etkinlik haline geldi ve dikkat çekmeye başladı. Üç dört yıl önce ben de jüri başkanıydım ve sık sık Şarika’ya gidip gelirim çünkü her şeyden önce Emir harika bir insan ve aramızda kalsın, kendisi İsrail’le hiçbir anlaşma imzalamamış tek kişi.

Gelelim her yerde rastladığımız yeni hat yazısı ya da kaligrafi modasına… Bana göre böyle şeyleri reddetmemek lazım ne de olsa okyanusta veya denizde olduğu gibi sanatta da çeşitli dalga hareketleri olacaktır. Kimisi dipte, kimisi ortada, kimisi yüzeyde…

Bence her şey hareket hâlinde, ilerlemekte ve değişim içerisindedir. Kanaatimce sanatta ve sanatçıların eserlerinde, ne olursa olsun, her zaman devamlılık unsuru esastır. Hatta beraber çalıştığım bazı büyük yazarlarla bunun üzerine konuşuruz. Mesela Michel Butor bana bir keresinde şöyle demişti: “Dünyanın dört bir yanındaki kütüphanelere gittiğimde kilometrelerce uzunlukta raflar görüyorum ve kendime şu soruyu soruyorum: “Benim eserim bunlara ne katacak ki?” Bana dediği şey sahiden olağanüstü değil mi? Bunca yenilik ne işe yarayacak, eskilere ne katacak? Ancak içinde yaşadığımız zaman, yani biyolojik varlığımızın içinde bulunduğu çağdaş zaman göz önüne alındığında bu bir gerekliliktir ve bu yüzden görsel sanatçılar olarak yaptığımız çalışmalar büyük oranda enstalasyon çalışmaları olarak belirmektedir. Dolayısıyla ben de daha çok enstalasyona yöneliyorum. Bugün dünyanın en büyük şehirlerinde gerçekleştirdiğim çalışmalar benim için çölün içlerinden gelen birinin kökenlerini ve ayak izlerini, modern kentlerin kalbine kazımakla eşdeğerdir. Sözgelimi, bir palmiye ağacı Antarktika’ya dikilemez ve kuzey ülkesinden bir ağaç da çölde yaşayamaz ve ölür. Ama bizler, güneyin bunca sömürgeleştirilmişliğine ve ırk ayrımcılığına dayanan apartheid rejimlerine rağmen kabahat işlemiş gibi değil elimizde zenginliklerle geliyoruz.

Kendimize karakterimizi unutmamayı, sıcaklığımızı korumayı tembih etmeliyiz. Ne de olsa, Batı’ya getirdiğimiz bu zenginlikler, dünyadaki müzelerde yerini alacak ve insanoğlunun ortak katkısına dönüşecek. Sömürgeci güçlerin, yani emperyalist güçlerin bugün de bize tahakküm üzerimizde kurdukları doğrudur, peki neden tahakküm kuruyorlar diye sormalıyız, çünkü dünyanın tüm ülkelerinde sayıları milyonlarla ifade edilen tüm bu eserler onların açgözlü bakışları altında da ondan. Örneğin bu ülkelerde Afrika sanatıyla ilgi bölümleri olmayan tek bir müze yoktur ama mesela Afrikalı bir sanatçının adı hiç anılmaz, böyle bir şey neredeyse söz konusu bile değildir. Sürekli büyük ustalara bakın derim, Matisse gibi, Picasso gibi, Paul Klee gibi… Afrika sanatıyla karşılaştıklarında asıl büyük sanatçılar olarak parladılar, bunu kendileri de söylüyorlar ancak bunu yaptıklarında dünyaca meşhur oldular. Oysa biz ülkemizde yaptığımız çalışmaları gösterdiğimizde buna etnik sanat etiketini yapıştırıyoruz, kabul edelim bu her zaman aşağılayıcı bir durumdur dahası bu vesileyle bizi küçümsemeye çalışıyorlar. Ancak hepimiz başımız dik, alnımız açık ilerlemeliyiz çünkü insanlığa başka hiçbir kıtanın vermediği kadar çok şey hediye ettik.

Bence atalarımızın yaptığı birçok şahane şeyi elimizde tutuyoruz. Boş şeylerin üstüne inşa etmezsiniz, temeller üzerine inşa edersiniz. Bana göre antika mobilyaları ya da eski halıların tasarımlarını evde kullanmak üzere taklit etmekte bir sakınca yok ama günümüzde çok sayıda dokuma ve örgü tekniği var, işleri ilerletmek için son derece modern teknolojiler var ve bunların hepsinden faydalanmak lazım. Her şeyden olumlu bir pay çıkarmamız gerekir çünkü evrensel kültür, her şeyin ve herkesin katılımıyla oluşan bir bütündür.

Tasavvufla olan bağınız salt entelektüel bir merakın ötesinde. Les Maitres Invisibles adlı eserinizde Ahmed el Alavî, Abdülkadir Geylanî, Ahmed Ticani ve diğer birçok sufi ile alakalı parçalara yer verdiniz. Bu nasıl ortaya çıktı?

Birincisi, ben kendime asla bir sufi demem nitekim bir sufi de asla kendine sufi sıfatını yakıştırmaz çünkü bu onun için bir gösterişten ibarettir. Ancak hayatının sonunda bunu idrak edecektir. Bu bir hayat tarzıdır, kendi çevresindeki manevi bir cemaat içinde zaman geçirmektir. Şayet birisi size sufi olduğunu söylüyorsa onun kesinlikle öyle olmadığını aklınızda tutmalısınız. İnsanlara sufi bir ailede doğduğumu, sufi bir cemaatte büyüdüğümü, buna karşı şu an bir sufi olmadığımı söyleyip duruyorum. Evet ben de bu cemaatin bir mensubuyum ve her yerde, her cemaatte olduğu gibi burada da iyiler, kötüler ve vasat kişiler var. Bununla birlikte, tasavvuf üzerine oldukça çok çalışıyorum çünkü tasavvuf atalarımızın yaşam biçimidir. Örneğin Les ancêtres liés aux étoiles (Yıldızlara Bağlı Atalarımız) adlı kitabımda: “Neden acaba geceleri gökyüzüne bakıp dua ettiğimizde her birimiz aynı yöne gözlerimizi dikiyoruz bir düşünün. Çünkü dikkat edin, yeryüzündeki her insan semada kendi yıldızını izler ve dua ederken yalnızca kendi yıldızına bakar, başkasınınkine değil” diyor. Gökte milyarlarca yıldız varsa yerde de bir o kadar insan var, o hâlde her birimiz birer yıldıza bağlıyız.

Les Maitres Invisibles (Görünmeyen Üstatlar)’le ilgili enteresan olan şey, Kuzey Afrika, Uzak Doğu ve Asya’dan on dört büyük mutasavvıfı seçmiş olmamdır. İlk kadın mutasavvıf Rabia el-Adeviyye’den Hallac-ı Mansur’a, Abdülkadir Geylani’den, Şeyh Ahmed el-Alevi’ye, Mevlâna Celaleddin-i Rumi’den, Hafız-ı Şirazi’ye ve İbnü’l-Arabi’ye kadar tam on dört isim yer alıyor. Yedi rakamı üzerine de çalışmalar yaptım, hatta aslına bakarsanız tüm çalışmalarım yedi rakamına dayanıyor çünkü bu manevi bir sayıdır. Çalışmalarımda bu rakamdan yola çıkarak yazı kalıpları, desen çizimleri, semboller, işaretler, konstrüksiyonlar vs. yapıyorum. Metinlerimi hep tersten yazarım hani derler ya aynaya bakar gibi… Fakat aynaya falan ihtiyacım yok çünkü zaten solağım yani bir nevi tersten yazıyorum. Bu yüzden tüm yazılarım olduğu gibi okunmamak üzere tasarlandı çünkü bir yazar ya da edebiyatçının okuyucuya okuma hissiyatını tattırmasının gayet olağan olduğunu biliyorum ama benim için bu yazılar birer sanat eseridir daha da önemlisi birer estetik ürünüdür.

“Les maitres invisibles” sayesinde kendi çağının ilim ehli insanlarını anıyoruz. Bağdat’ta çarmıha gerilerek öğretisini inkar etmeye zorlanan ama buna rağmen “Ene’l-Hakk” demekten vazgeçmeyen el-Hallac’ın hayatını neden bu yola adadığını görecek, eski hayatında müzisyen, köle olan Rabia el-Adeviyye’nin nasıl olup ta kadın sufilerin en meşhuru olduğunu anlayacaksınız. Mesela bakınız, onun hayat macerası, günümüzdeki kadın aktivizminin olağanüstü bir modeli niteliğindedir, ancak onun esrarengiz yönünü de anlamak lazım, çünkü kendisi öyle sıradan birisi sayılmaz.

Neden Kahire?

Çünkü eserimi Nil’in sularıyla besleyip yeşerttiği Mısır pamuğundan yapılmış bir kumaşla yapmak istedim. Nil demek firavunların tarihi demektir yani hem Sudan’ın siyah firavunlarının hem de Mısır diyarının birlikteliğidir. Benim için asıl önemli olan, mevzubahis her bir düşünürün yüzyıllar boyunca kendi çapında, geleceğe taşınmak ve başkalarıyla temasta bulunmak için mutlak maneviyata ihtiyaç duyan insan imgesini savunmuş olmalarıdır. İşte bu yüzden, çalışmaya başladığımda, kumaşların İslami açıdan Murânların giydiği ya da Hristiyan rahiplerin kullandığı cübbeler veya uzakta ve tecritte yaşayanların giydiği kıyafetler gibi olmasını istediğimi ifade etmiştim.

Yoksullarla özdeşleştirdiğimiz bu kumaşın ehemmiyetini hiç de küçümsememek lazım. Bugün Cezayir’de siyah beyaz bayraklarıyla terör estirenlerin bu kumaşın itibarını lekelediğine şüphe yok. Bu arada ben de siyah ve beyazın ilişkisi üzerine sıkça çalıştığım için rahatlıkla diyebilirim ki benim dalgalandırdığım siyah desenli beyaz bayrak daha derin bir mana taşımaktadır. Yani ters düz ediyorum. Ayrıca biz çöl insanlarıyız bu da demek ki pratik olarak manevi hayata bağlılığımızla yaşıyoruz çünkü çöl, aydınlık demektir.

Bugün tasavvufu spritüal yollardan bir yol olarak görenler var.

Birçok camide, özellikle de İstanbul’a ve hatta Sultanahmet Camii’ne gittiğinizde, Muhammed lafzının tıpkı ortasına ayna konulmuş gibi aynı anda hem sağa hem de sola bakacak şekilde yazıldığını görürsünüz ya da Allah’ın şahıs zamiri olan hüve lafzının hem sağa hem de sola bakacak şekilde yazıldığını fark edersiniz çünkü Allah insanlara “Benim gibisiniz” demez, daima “Sizi kendi suretimde yarattım” der.

Mevlâna’nın ve diğer birçok mutasavvıfın bu konuya sıkça değindiği gibi, resim veya görüntü içinde var olduğumuz gerçekliğin bir diğer yüzüdür ama aynı zamanda bunun tersyüz edilmiş hâlidir. Ben ve sen. Doğarsın, yaşarsın, ölürsün fakat kendini asla kendi gerçekliğin içinde olduğun gibi göremezsin, lakin karşınızdaki kişi sizi kendi gerçekliğinizde görecektir. Dolayısıyla kendimizi kendi gerçekliğimizde görmek istiyorsak kesinlikle karşımızda duran bir kişiye ihtiyacımız var demektir.

O hâlde, karşımızdaki kişinin varlığına duyduğumuz ihtiyaç kendimizi kendi gerçekliğimizde görebilmemiz için hayati bir gerekliliktir. İşte bu yüzden gizemli konular hakkında çalışmak tasavvufla eş anlamlı değildir, bu derinliği tecrübe etmek aynı manastırdaki keşişlerin dua ve inzivaya çekilmeleri gibi bir çabadır. Esrarın, yaşamın ve ahiretin derinliklerine nüfuz etmektir. Tanrı varmış yokmuş, peygamberler şöyle böyle şahsiyetlermiş vesaire. Bunlar felsefi meselelerdir. Tasavvuf aynı zamanda, bir yükselme yahut kemale erme yöntemine sahip olmaktır. İnsanın hayata geliş gayesini açıklayan bu felsefenin derinliklerine inmek için basit bir insan gibi hareket etmeniz kafidir. Gün gelir, küçük bir bulut gibi hafif bir rüzgâr tarafından savrulur ve kaybolursunuz ta ki başkaları da sizin peşinizden gelsin.

Hassan Massoudy’le birlikte hazırladığınız Mahmut Derviş’in şiirlerinin olduğu kitabınızdan bahseder misiniz? Dünyaca ünlü bu iki isimle nasıl çalıştınız?

Açıkçası ben bir hattat değilim. Evet, Kuran kursuna gittim; evet, sanatımı ilk başta Arapça levhalardan öğrendim ama yaptığım şey bir nevi grafik sanatı ya da en basit tabiriyle yazıdır. Sadece çok özel projeler için hatla uğraşmam icap etti. Yakın dostum Mahmud Derviş’le birlikte iki büyük gravür ve litografi kitabı hazırladık, başka bir sefer ise Irak kökenli büyük bir hattat olan Hassan Massoudy’den rica edip parasını ödeyerek ondan benim için şiir ve grafik sanatının kesişimini gösteren bir hat çalışması yapmasını istedim (Une Nation en Exil , Poèmes Mahmoud Darwich, Gravures Rachid Koraïchi, Calligraphies Hassan Massoudy). Ardından yine sadece 50 adet basılan kapsamlı bir kitap daha yaptık (La Qasıda de Beyrouth , Poème Mahmoud Darwich, Gravures Rachid Koraïchi, Calligraphies Kamel Ibrahim). Bir hattata ihtiyacım olduğunda İskenderiye Hat Okulunun müdürü olan Kamal İbrahim’e ve diğer birçok tanıdığıma danışıyorum. Ayrıca çok iyi bir dostum olan Mohamed Dib ile L’Enfant Jazz adında bir kitap daha çıkardık. Cezayirli bir hattattan metni benim için tercüme etmesini ve üzerinde çalışmasını istedim yani gördüğünüz üzere hattatlardan istifade ediyorum.

Başta kimliğiniz ve yaptığınız işler Batı’da olmak üzere birçok yerde zorlukları da beraberinde getiriyordur.

Aurès’de bir mücahit olan babamın aziz hatırasını yad ederek başlamak isterim. Hayatı boyunca savaşmış ve gözlerimin önünde işkence görmüştü, bu öyle az buz bir şey değil. Aynı zamanda ne olursa olsun ve ne kadar acı çekilirse çekilsin asla sessiz kalınmaması gerektiğini çok genç yaşta bana öğreten de odur. Hayatımıza devam ederken kendimizi tecrit etmeyi, sakin kalmayı ama aynı zamanda dinç ve gayretli olmayı da ondan öğrendim; mezarda yatan bedeniniz de dahil olmak üzere her şeyin bir kıymeti olduğunu da. Yaşamımızdaki son nefesleri alıp verirken artık bu dünyadan göçtüğümüzde bedeninize nasıl hürmet edileceğini bilmek, hiç de azımsanacak bir şey değildir. Bu gerçekten böyle, lakin pek çok insan bunun bilincinde değil. Sahiden de arkadaşlarımla konuştuğumda ve onlara bundan bahsettiğimde bana gülüp geçiyorlar; bana hep mezarlıklarla uğraştığımı ve kafamın içinin cenaze gibi olduğunu söylüyorlar.

“Le jardin d’Afrique” projenizden bahsedebilir misiniz?

Action contre la faim (Açlıkla Mücadele) isimli bir derneğin başkanı olan kızım bana: “Baba, Zarzis kasabasındaki çöp döküm alanında bir ceset dağı olduğunu duydum.” dedi. Bunun mümkün olamayacağını söyledim fakat fareler, sokak köpeklerin yenmiş göçmen kadın erkek, büyük küçük insanlar tarafından yenmiş ceset yığınları gördüm. Kıtamızda cereyan eden bu hadisenin biz Müslümanlar için ne acı verici olduğunu tarif edemem. Tunus âdeta bir Endülüs iken şimdi toplumda korkunç bir dönüşüm yaşanıyor.

Mahmud Derviş
Mahmud Derviş

Kızımın Tunus vatandaşı olması nedeniyle gelecekteki Afrika Bahçesi için arsayı satın alabildik. Ertesi gün, Mongi Slim ve yüklenicisinin huzurunda, bir mezarlık alanı için gereken tüm idari, hukuki ve adli bürokrasiyi göz ardı ederek tüm projeyi en ince ayrıntısına kadar çizdim. Burası dünyada sadece göçmenlere ait özel bir mezarlık. Kişinin adı (biliniyorsa), cesedin boğulduğu tarih, kişinin DNA kodu ve cesedin bir erkeğe, kadına veya çocuğa ait olduğu belirtilecek bir mezar taşı bulunuyor. Erkekler, doğum yapmış kadınlar, doğum yapmamış kadınlar ve çocuklar için dört tip mezar taşı tasarladım. Mezarlar beyaz renkte ve üstlerinde yeşil ve sarı işlemeli seramik bir kâse var. Yeşil bereketi, sarı ise ışığı simgeliyor. Bu kâse yalnızca, gökten yeryüzüne görünmez yolculuk olan toprağı sulayan yağmur suyuyla dolar. Doğan ve sonra meleklerle buluşmak için uçup giden kuşlara su veriyor. Cennete yapılan bu diğer görünmez yolculukta kuş sembolik olarak ölenlerin ruhlarına eşlik ediyor. Bu projeyi ölenlere, ailelerine, kabilelerine bir adadım.

Bahçede kullandığımız ağaçlar cenneti tasvir eden kutsal metinlerden gelmektedir. Dışarıdan bakıldığında, barışın sembolü olan 130 yıllık zeytin ağacı, uzaktaki mescit manzarasına açılıyor. Girişin her iki yanında İslam’ın Beş şartını temsil eden beş zeytin ağacını görebilirsiniz: Kelime-i şehadet, namaz, zekât, oruç ve hac. Dik olarak, çevredeki duvarlar boyunca birbirine bakan on iki büyük asma, Mesih’in etrafındaki on iki havariyi temsil ediyor. Dört köşeye dört büyük çöl palmiyesi getirdim. Onlar korumayı temsil ediyor. Sahra’nın sıcağında meyve ağaçlarını ve pazar bahçelerini güneşin yoğunluğundan korur ve kurumasını engellerler. Tasavvuf büyükleri onları 90 yaşına kadar yaşadıkları için insana benzetmektedirler. Onları keserseniz başları kesilmiş gibi ölürler. Çölde palmiye ağacındaki her şey faydalıdır.

Kendi imkânlarımla finanse ettim. Paris’ten özel olarak gelen UNESCO başkanının huzurunda açılışı yapıldı, bir yandan da UNESCO tarafından tescil edildi, Ağa Han Vakfı’nın ilk yirmilik listesine girdi ancak benim ricam üzerine birincilik ödülünü bana vermemelerini söyledim çünkü bir sorun çıkacağından şüpheleniyor hatta neredeyse emindim. Nitekim öyle de oldu. Elbette herkesi tenzih ediyorum ama Zarzili denilen alçaklar (hepsini kastetmiyorum sadece bu işi yapanlar), geçtiğimiz yıl bu mezarlığa girdiler, kabirleri açtılar, saygısızlık ettiler, ölüleri çıkarıp dışarı attılar. Son zamanlarda burada bir ırkçılık krizi yaşandı.

Sizden sözümü esirgemeyeceğim. Bana sürekli hakaret ve suçlamalarda bulunuyorlar. Neymiş efendim, ölülerin gözlerini çıkarıyormuşum, organlarını satıyormuşum, mezarlıklar için 3000 avrolara varan ödemeler alıyormuşum. Tam bir fecaat! Hakikaten art niyetli olsaydım böyle mi yapardım, bunca emek verir miydim hiç?

Daha öncesinde de “Jardin d’orient” adında bir projenizde var Fransa’da. Cezayir tarihiyle yakından ilgili.

Emir Abdülkadir esir düşüp Toulon’dan Amboise’a nehirler ve su kanalları yoluyla götürüldüğü sırada birçok kişi krallığı ve monarşiyi sıkıntıya sokmak için onu kaçırmaya çalışmıştı. Nihayetinde, III. Napolyon tarafından 1852’de serbest bırakıldığında, arkasında Château d’Amboise’da ikamet eden maiyetindeki 25 kişiyi, kardeşlerini ve çocuklarını geride bırakmıştı. Hemen yanındaki Chaumont-sur-Loire’a gittiğimde, Chaumont-sur-Loire bahçelerinin bir parçası olacak şekilde dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçiler tarafından çok rağbet gören zarif bir bahçe yaptım. O sırada bu yerin müdürü Jean-Paul Pigeat, bana Attar’ın le langage des oiseaux (Mantıku’t-tayr adlı metinlerinden ilham alarak “le jardin de paradis ” (cennet bahçesi) adlı bir proje gerçekleştirmek istediğini söyledi ve böylece Chaumont’tan ayrılıp Amboise’a giden trene bindim. Oraya gidince tepeden aşağıyı seyretmeye ve toplu mezarın başında dua etmeye karar verdim. Fakat hiçbir şey görülmüyordu, Emir Abdülkadir’in oradaki varlığından çok memnun olan Amboise halkı tarafından bedeli karşılanıp yaptırılan küçük bir heykel dışında hiçbir şey inşa edilmemişti.

Dua etmek üzere ellerimi açıp Fatiha okuduğum sırada bir köpek geldi ve orada defnedilen kişilerin olduğu yere gidip çişini yaptı. Duamı nihayetlendirip arkamı döndükten sonra bu köpeği izlemeye başladım. Orada bir kadına rastlayınca derhal seslendim: “Hanımefendi, ben buraya dua etmeye geldim ve gördüğünüz gibi burası bir kabristan ama köpeğiniz mezarlara işiyor, bu hiç doğru değil.” Sonra, bana kim olduğumu sordu, ben de söyledim. Ne iş yaptığımı sordu, sanatçı olduğumu söyledim. Orada çalışıp çalışmadığımı sorunca “Hayır.” dedim. Bana: “Dinleyin efendim, köpeklerim onlarca yıldır burada yaşıyorlar ve hep buraya işerler, size ne bundan.” dedi. “Pekâlâ hanımefendi, ancak size öyle mühim bir şey söyleyeceğim ki bir daha ne köpekleriniz buraya gelip işeyecek ne de siz buna müsaade edeceksiniz, anlıyor musunuz?” dedim. Bana, yetkili birisi olup olmadığımı sorunca “Hayır hanımefendi ama bana bu yetkiyi verecek kişi sizsiniz.” diye cevap verdim. Böylece, masraflarını kendi cebimden üstlenerek 2005 yılında burayı inşa etmeye başladım.

Eserler.
Eserler.

Önemli bir şey söylemem lazım, burası aynı zamanda Leonardo da Vinci’nin de mezarının bulunduğu mezarlıktı. Kendisi, Papa’dan kaçarak I. François’in himayesine girdiğinde uzun süre çalıştığı Le Clos Lucé adında bir yerde bir yerde ikamet etmiş ve benim inşa ettiğim bu yerden 80 metre kadar ötede gömülmüştü. Fransa’da yaşayan pek çok Kuzey Afrikalı ve Ortadoğulu, buranın Fransız topraklarındaki ilk Müslüman mezarlığı olduğunu ve burada istirahat edenlerin düşmanlarımızın topraklarında Fransız sömürgeciliğine karşı ayaklanan şehitler olduğunu biliyor. Cezayir’de ise bu konuda ne televizyonda ne radyoda ne de başka bir yerde hiçbir yayın yapılmıyor. Bu yerin haricinde, 25 yıldır üzerinde çalıştığım ikinci bir yer daha var. Şu ana kadar yapımını bitiremedik ama yakında bitmiş olacak. Fransa’nın güneyinde bulunan ve geçmişte dört ya da beş çarpışmaya tanık olan bir bölgede bulunuyor. Amacım, neden savaştığımızı sorgulamak. Çünkü mücadelemiz sadece siyasi değil, aynı zamanda manevi bir çekişmeye de tanıklık ediyor. Bu bölgede, Cannes’in karşısında iki ada var: Sainte-Margueritte adası ve onun ardındaki bir diğer ada. Çok önemli bir yer. Adada büyük ve harika bir manastır bulunduğu için oldukça dinî bir mahiyeti var. Şimdi biraz eski bir tarihe gidecek olursak, bu adada Kral 14. Louis, Mimar Vauban’dan, meşhur “Demir Maske”nin asla kaçamayacağı bir kale inşa etmesini istemişti. 1840’ta Emir yenilgiye uğratıldıktan sonra yüzlerce sömürge direnişçisi buraya doldurdu. Üstelik bunlar askeri birliklerden falan değildi, düpedüz halktı. Kalenin kapasitesi otuz kişi olduğu hâlde yüz kadar insan hapsettiler. Çoluk çocuk, büyük küçük herkesi kaderine terk ederek yersiz yurtsuz bıraktılar. Soğuk, açlık ve yoksulluk içinde yaşayabildikleri kadar yaşadılar, tabii ki çoğu orada hayatını kaybetti. 1870 yılında Şeyh el Mokrani’nin isyanı sırasında yüzlerce ve hatta binlerce insanı geri getirip oraya tıktılar.

Sidi Abdelkader Jilani, Rachid Koraïchi
Sidi Abdelkader Jilani, Rachid Koraïchi

sürgünler sırasında sınır dışı ettikleri insanları da oraya gönderdiler, çünkü askeri gemiler dışında kimse oraya gidemiyordu, gidecek başka bir de yer yoktu, sonra onları okyanus ötesindeki Fransız Guyanası’na göndermeye başladılar. Bu insanlar gripten ya da basit bir mide rahatsızlığından öldüklerinde onları toprağa vermeye gidenler de yine kendi insanlarıydı. Hiçbir mal varlıkları yoktu, bu yüzden bu adadan taşıdıkları taşlarla çocuklar için küçük, yetişkinler için büyük daireler yaptılar ve o zamandan bu yana, Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasından çok sonra bile burada yaşamaya devam ettiler. “Mücahidin” direnişçilerinin dağlara geçişini yasaklayan Harkiler gibi onlar da Fransa’da Tarım Bakanlığı’na bağlı ONF (Orman Genel İdaresi) tarafından istihdam edildiler. Üzerinde “Fransa için ölen Müslüman kardeşlerimize” yazan bir buçuk metrelik üçgen bir anıt diktiler. Ama işin aslında, onlar “Fransa’ya karşı ölen Müslümanlardı.” Bu bölge, geçmişte Pied-Noir’larla birlikte Bay Le Pen, Bayan Le Pen ve OAS (Gizli Ordu Örgütü) tarafından, günümüzde ise Zemmour ve beraberindekiler ve son zamanlarda ise şimdiki Cannes belediye başkanı olan David Lisnard tarafından zapt edilmeye çalışıldı.

Sidi Abdelkader Jilani, Rachid Koraïchi
Sidi Abdelkader Jilani, Rachid Koraïchi

2010 yılına geldiğimizde, çeyrek asır süren mücadelenin ardından alanın yeniden inşa edilmesine izin verildi. On gün önce, bir sanatçı olmam münasebetiyle adaya kısa bir ziyarette bulunmam için bana bir teklifte bulunulduğunda, aralarında Cezayirli araştırmacı Madam Bouayad’ın da bulunduğu çok sayıda akademisyen ve üniversite öğrencisinden bu insanların tarihi üzerinde bilimsel olarak çalışmak istediklerini, dolayısıyla buranın sömürgeciliğin başlangıcından bu yana Cezayirli direnişçilerin ikinci büyük mezarlığı olduğunu öğrendim. Geçen yıl 1 Kasım’da Île-de- France içindeki Seine-Saint- Denis bölgesinde bulunan La Courneuve’e 3.80 metrelik devasa bir heykel bağışladım, çünkü 17 Ekim 1961’de Fransız Müslümanların akın ettiği yer orasıydı. Anlayacağınız, o zamanlar Cezayir’de bize “Fransız Müslümanlar” deniyordu ve akşam 8’den sonra yanlarımızda komünist, sendikacı ya da aşırı solcu arkadaşları, aktivistleri ve yoldaşları olmasına rağmen sokağa çıkmamız yasaktı. Katliam emri veren François Mitterrand’ın da dahil olduğu Paris Polis Müdürü Maurice Papon tarafından Paris’te karşılanan bu kişiler kısa süre içinde öldürüldü, toplu olarak katledildi ve Seine Nehri’ne atıldı. Bu nedenle, Fransız ve Cezayirli kardeşlerimizin katliamlarını anmak üzere 1 Kasım 2023 tarihinde La Courneuve’de açılacak olan bu devasa anıtı yaptırıyoruz.

Ülkemiz Cezayir’i ilgilendiren ve üzerinde çalıştığım bir diğer proje de Bay Mitterrand’ın affetmeyi reddettiği Cezayirlilerin giyotine gönderildiği yerlerle ilgili. Bunlardan çok sayıda var. Bizim üstümüze düşen görev ise Fransa’ya, ülkemizin bağımsızlık gününe kadar bu menfur infaz yöntemine başvurmaktan hiç kaçınmadıklarını hatırlatmaktır. Kendisi de bir bağımsızlık savunucusu ve siyasetçi olan Zohra Drif ile beraber çalışıyorum, kendisi giyotinle idam edilen insanların çoğunu tanıyor, Cezayir’deki Barberousse hapishanesinde yürüttüğümüz çalışmanın asıl amacı, giyotinle idam edilen bu insanların bugün bu konu hakkında konuşabilmelerini mümkün kılmak ve bunun yanı sıra Cezayir’de al-Alia bahçesi adında güzel bir mekân oluşturmaktır.

Tüm bunlarla birlikte kendimi bir aktivist olarak 60 yıldır Filistin yanlısı bir insan olarak görüyorum, Filistin’e diplomatik pasaportla seyahat ediyorum, böylece her gün İsrail’le işbirliğine giren ve Filistinli kardeşlerimizi sırtından bıçaklayan hainleri görmemize rağmen mücadelede izlediğimiz yolun ne olduğunu rahatlıkla ifade edebiliyorum.

Leave A Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir