Alain de Benoist, Fransız yazar ve düşünür, Avrupa Yeni Sağ hareketinin önde gelen isimlerinden birisi. Benoist, özellikle kimlik, kültür ve milliyetçilik konularında bir çok önemli eser kaleme aldı. Benoist ile muhafazakar devrimi, sağ Gramsciliği, Fransa’daki seçimleri başta olmak üzere bir çok konuyu sordum. Benoist ile Türkiye’de ilk kez gerçekleşen bir röportaj.
“Muhafazakâr devrim” kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz? Muhafazakâr devrim bugün ne anlama geliyor? Bir Fransız entelektüeli olarak geçen yüzyılın Alman entelektüellerine, Frederich Nietzsche, Carl Schmittve Ernst Jünger’e özel bir ilginiz var. Muhafazakâr devrime ve muhafazakâr devrimci entelektüellere olan ilginizle başlayalım.
“Muhafazakâr Devrim” ifadesi elbette bir çelişki gibi görünse de, aslında öyle değildir. Korunmak istenen şeyi korumak için radikal bir değişim gerekir, süreç otomatik olarak devrimci hale gelir. Örneğin, ekosistemleri korumanın, kirlilik ve ekolojik tahribattan birinci derecede sorumlu olan kapitalist sisteme son vermeyi gerektirdiğini düşünürsek, değişimin boyutunu hemen anlayabiliriz. Hegel, Walter Benjamin ve Gustav Landauer başta olmak üzere pek çok yazar (sadece Almanya’da değil) muhafazakar devrimci olarak tanımlanabilmiştir.
Bugün Alman Muhafazakâr Devrimi olarak adlandırılan şeyin hiçbir zaman kendi kendini bu adla tanımlamadığını da bilmek gerekir. Bu ifade, İsviçreli-Alman denemeci Armin Mohler tarafından, Weimar Cumhuriyeti döneminde kendilerini hem geleneksel sağdan hem de Nasyonal Sosyalizm’den ayıran yüzlerce yazar ve teorisyeni tanımlamak için 1951 yılında yayınlanan ünlü bir tezde ortaya atılmıştır. Mohler, Muhafazakâr Devrimcileri içinde Genç Muhafazakârlar, Ulusal Devrimciler ve Völkisch hareketinin temsilcileri olmak üzere birçok farklı akım altında tasnif ediyordu. .
Solcu kültürel hegemonyaya karşı sağcı bir kültürel devrim arıyorsunuz. Schmitt ve Jünger gibi entelektüellerin yanı sıra Antonio Gramsci gibi Marksist entelektüellere de ilgi duyduğunuzu biliyorum. Hatta kendinizi “sağcı bir Gramscici” olarak tanımlıyorsunuz. Sağcı entelektüeller Gramsci’den ne öğrendi? Kültürel hegemonya neden bu kadar önemli? Bu bağlamda, size ait bir kavram olan ‘metapolitik’ kavramının anlamı nedir?
İtalyan Komünist Partisi’nin liderlerinden Antonio Gramsci, devrimin partizanları tarafından dolaşıma sokulan değerler, temalar ve “mitler” insanların zihinlerine aşılanmadan hiçbir siyasi devrimin mümkün olamayacağı tezini ortaya atan ilk kişidir. Başka bir deyişle, Gramsci kültürel devrimin her türlü siyasi devrimin vazgeçilmez şartı olduğunu savunuyordu ve bu vazifeyi “organik aydınlar” olarak adlandırdığı kişilere tevdi ediyordu. Bunun klasik örneği, 1789 Fransız Devrimi’dir; eğer o dönemin elitleri önce Aydınlanma felsefesi ile yeni fikirlerle hemhal olmasaydı , bu devrim muhtemelen gerçekleşmezdi. Aynı şekilde, Lenin’in evvela Marx tarafından mümkün kılındığı söylenebilir.
Sıklıkla yanlış anlaşılan “metapolitika” kavramı, her şeyden önce “organik entelektüellerin” bu çabasına atıfta bulunur. Metapolitika, gündelik siyasetin ötesinde yatan şeydir: belirli dönemlerde, kendini fikir çalışmalarına, kültürel ve teorik nitelikte bir çabaya adamak, başarısızlığa mahkum olan erken siyasi teşebbüslere atılmaktan daha önemlidir.
Gramscicilik belirli bir düşünce ailesine atıfta bulunmaz. Kültürün siyasi eyleme göre ikincil bir şey olmadığına dair açık bilinç, tüm çevrelerce benimsenebilir. İşte tam da bu anlamda, bir “sağ Gramscicilik’ten bahsedebiliyorum.
Kariyerinize bir asker olarak başladınız ve bir entelektüel olarak devam ettiniz. Militarizmden kültürel savaşa geçişinizi de sormak isterim. Bu dönüşüm hangi bağlamda ve hangi dinamikler aracılığıyla gerçekleşti? Mayıs 68 bu dönüşümde nasıl bir rol oynadı? Mayıs 68 dünyada neyi değiştirdi? Hâlâ 68’in yarattığı kültürel hegemonyanın içinde mi yaşıyoruz? Mesela Türkiye’de solda şöyle bir argüman var: “Devleti sağcılar yönetiyor ama kültürü biz yönetiyoruz”. Solun isimler, tanımlar ve kategoriler üzerindeki hegemonyası kaçınılmaz mı?
Kariyerime bir asker olarak değil, henüz genç bir delikanlıyken siyasi bir aktivist olarak başladım. Bu önemli bir deneyimdi, biçimlendirici bir okuldu, ancak kısa sürede sınırlarını fark ettim. Yavaş yavaş bir güç adamından ziyade bir bilgi adamı olduğumu ve fikirlerin (ve fikirler tarihinin) beni aktivist ajitasyondan çok daha fazla ilgilendirdiğini fark ettim. Bu nedenle 1967’den itibaren daha sonra güzergâhım haline gelecek olan yola girerek evvela içinde yaşadığımız tarihsel anın önemini ortaya koymaya, peşi sıra bilginin neredeyse tüm alanlarını kapsayan bir dünya anlayışının (Weltanschauung) ana hatlarını çizmeye istek duyan entelektüel bir teorisyen oldum.
1970’lerin başında, dünyayı değiştirme sürecinde olduğumuzu ve bunun sonucunda önceki yılların kavram ve teorilerinin giderek eskimeye başladığını fark ettiğimi de eklemek isterim. Modernitenin büyük döngüsü sona eriyor gibi görünüyordu,, gelmekte olan dünya ise hala çok belirsizdi. Buradan sıfırdan başlamak ve bileşenlerinin kökenini mesele etmeksizin entelektüel bir doktrin inşa etmek gerektiği sonucunu çıkardım. Benim için sağcı fikirler ya da solcu fikirler yoktur, ama her şeyden önce doğru fikirler ve yanlış fikirler vardır.
Mayıs 68 kesinlikle bir dönüm noktasıydı, ama çok da abartmamak gerek. Özellikle, Mayıs 68’in iki farklı akımın ortaya çıkışıyla vaki olduğunuı, ancak bu iki akımıne esasında birbirlerine çok yabancı olduklarını görmek şarttır. Bir yanda Guy Debord tarafından teorize edilen ve daha sonra Jean Baudrillard tarafından ele alınan gösteri toplumundan çıkmak ve kar mantığını sona erdirmek isteyen samimi devrimciler; diğer yanda ise, tamamen hedonist bir şekilde “kaldırım taşlarının altında plaj” arayan liberal-liberteryenler bulunuyordu. Bu eğilimin temsilcileri, sınırsız özgürlük ve “arzu devrimi”ne erişmeleri için en elverişli yordamı kapitalist sistemin ve insan hakları ideolojisinin sunduğunu çabucak anladılar.
Bu açıdan bakıldığında hala Mayıs 68’in yarattığı kültürel bir hegemonya içinde yaşadığımızı söyleyemeyeceğim, daha ziyade liberal tipte bir antropolojiye dayanan baskın bir ideolojinin tahakkümüne maruz kaldığımızı söyleyebilirim. Mayıs 68’in eski aktörlerinin birçoğu da burada mevzilendiler İki ana vektörü ilerleme ideolojisi ve insan hakları ideolojisi olan bu egemen ideolojinin inkar edilemez hegemonyası hiç de kaçınılmaz değildir.
‘Sağcılar devleti yönetiyor, ama biz kültürü yönetiyoruz’ meselesine gelecek olursak,bu argümanı son derece ikiyüzlü buluyorum, ki Gramsci de tam olarak bunu anlamamıza yardımcı oluyor: kültürü yöneten her zaman devlete de hakim olur. Bunun kanıtı, bugün devleti yönetenlerin kendilerinin de kültür sektörünün medya ve editöryal çevrelerinde hüküm süren egemen ideoloji tarafından etkilenmesi ve manipüle edilmesidir. Marx’ın isabetli bir şekilde gördüğü gibi, bu egemen ideoloji de her zaman egemen sınıfın hizmetindedir.
Sağ-sol ayrımının kendisine mahsus bir mazisi var: geç modernitenin büyük bölünmesini teşkil eden bu ayrım bugün yok olma eğiliminde. Kuşkusuz, günlük dilde ve parlamenter yaşamın tanımlanması ve raporlanmasında varlığını sürdürüyor, ancak esas anlamını yitirmiş durumda. Siyaset bilimciler hiçbir zaman “sağ” ya da “sol “un bilimsel bir tanımı üzerinde uzlaşmaya varamamıştır. Bunun temel nedeni, “sağ” ya da “sol “dan sadece kolaylık olsun diye, sanki onları tanımlamak için tekil sözcükler uygunmuş gibi bahsetmemizdir. Gerçekte, her zaman bölünmüş olan birkaç sağ ve birkaç sol olmuştur, öyle ki bazı sağlar bazı sollarla diğer sağlara göre daha fazla yakınlığa sahiptir, elbette bunun tersi de aynı derecede doğrudur.
Son yirmi yıldır gözlerimizin önünde cereyan ettiğine şahit olduğumuz siyasi manzara değişimiyle artık sağ ve sol kavramlarının eskisi kadar bir önemi kalmadı. On yıllar boyunca sağ-sol ayrımının temel taşıyıcıları olan büyük hükümet partileri, artık bu basit karşıtlıkla özdeşleşmeyen daha atipik hareketler ve partiler lehine yok olma eğilimi içerisindeler.
Sadece bir örnek vermek gerekirse, Fransa’da son iki cumhurbaşkanlığı seçimi, ikinci turda tamamen farklı seçeneklere sahip, ancak ortak noktaları kendilerini sol ya da sağ olarak sınıflandırmayı reddetmek olan adayları (Marine Le Pen ve Emmanuel Macron) karşı karşıya getirdi. Öte yandan, tüm önemli güncel meselelerin, sağ ve solu blok halinde karşı karşıya getirmek bir yana, eski siyasi aileleri kestiğini görebiliyoruz. Tıpkı Atlantikçi bir sol ve Amerikan karşıtı bir sol olduğu gibi, Avrupa Birliği’ni destekleyen bir sağ ve ona düşman olan bir sağ vardır. Teknobilimin etkisi, ekranlar ve sosyal ağlar dünyası, biyoteknoloji, yapay zeka vb. gibi yeni temalar dikkate alınarak örnekler çoğaltılabilir.
Siyasi anlamda asıl güncel bölünme, bana tikelcilik ve evrenselcilik arasında, kimlik talepleri ve ‘çok kültürlü’ bir toplum çağrıları arasında, kök salmış işçi sınıfları ve kozmopolit elitler arasında, bir yerler (somewhere)ve hiçbir bir yerler (anywhere) arasındaymış gibi geliyor. Bugün ana çatışmaların bu tema üzerinde gerçekleştiği açıktır. Küresel ölçekte asıl bölünme, Amerikan gücünün tek tip olarak hakim olduğu bir dünyayı destekleyenler ile tam tersine dünyanın genel yapısını (Carl Schmitt’in Dünya’nın Nomos’u dediği şeyi) çok kutuplu bir düzene göre yeniden şekillendirmek isteyenler arasındadır. Sonunda ikincisinin zafer kazanacağına inanıyorum. Bu düzenin ana sütunları “medeniyet devletleri”, yani aynı zamanda kadim bir kültürün, kadim bir geleneğin taşıyıcıları olan büyük bölgesel güçler olacaktır.
Özellikle Avrupa, Çin, Rusya, Hindistan, Türkiye ve İran’ı düşünüyorum. “Büyük alanların” karmaşık etkileşimi tek kutuplu hegemonyanın yerini alacak ve halklar kendi değerlerini ve dünyayı görme biçimlerini terk etmeden özgün kimliklerini yeniden keşfedecek ve geleceklerini şekillendireceklerdir.
Küreselleşme sürecinde, sağ ve sol arasındaki ayrımın artık eskisi kadar güçlü olmadığı ve siyasi arenadaki çatışmaları tanımlamakta yetersiz kaldığı görülüyor. Peki 21. yüzyılın siyasi gerilimlerini nasıl karakterize edebiliriz? Ülkeler ve dünya hangi temel çelişkiler temelinde ayrışıyor? Sizce sol ve sağ arasındaki ayrımlar hala geçerli mi? Günümüzde siyaset esasen bir kültür savaşına mı dönüştü?
“Popülizm” olarak adlandırdığımız şey, genellikle tamamen polemikçi bir şekilde, az evvel bahsettiğim siyasi yeniden yapılanmanın en karakteristik olgularından biridir. (Ayrıca “İlliberal” demokrasilerin ortaya çıkışından da bahsetmeliyiz). Ancak şu hususta yanılmamak gerekir: popülist ideoloji diye bir şey yoktur, çünkü popülizm her şeyden önce bir tarzdır ve bu tarz çok farklı sistemlere ve doktrinlere hizmet etmek için kullanılabilir. Popülizmin en iyi yanı, demokrasi ile liberalizm arasında yaptığı net ayrımdır. Liberal demokrasilerin az ya da çok krizde olduğu bir dönemde, liberalizm ve demokrasinin temelde bağdaşmaz olduğunu kabul etmenin zamanı gelmiştir.
Demokrasi halk egemenliğine ve yurttaşlar ile yurttaş olmayanlar arasındaki ayrıma dayanır. Liberalizm ise toplumları metodolojik bireycilik açısından analiz eder, yani topluma baktığında birey yığınlarından başka bir şey görmez. Liberal bakış açısına göre halklar, uluslar ve kültürler kendiliğinden bir varlığa sahip değillerdir.(“Toplum diye bir şey yoktur” demişti Margaret Thatcher). Liberalizm, özgürlüklerin kolektif boyutunu algılamadan devletin bireysel hakları güvence altına almasını bekler. Dahası, insan hakları ideolojisine aykırı olan her türlü demokratik kararı reddettiğinden, demokrasinin uygulanmasına koşullar koyar. Popülizmi “aşırı sağ” (hala kesin bir tanımını beklediğimiz bir kavram) ile eş tutmak ciddi bir yaklaşım değildir. Vatandaşların çoğunluğunun taleplerini “aşırılıkçı” olarak tanımladığımızda, sonuçta yaptığımız tek şey aşırılığı meşrulaştırmaktır. Bunu yaparken de kendimizi popülizmin yükselişinin altında yatan nedenleri sorgulamaktan alıkoymuş oluruz.
Son yıllarda ortaya çıkan popülist rejimler hakkında bir değerlendirme yapmak için henüz çok erken. Bazıları çok iyi gidiyor. Diğerleri ise şu anda İtalya’da gördüğümüz gibi sistem içinde çalışarak seçmenlerini hayal kırıklığına uğratmaya başladı (Giorgia Meloni’nin hükümeti hakiki bir popülizmden ziyade basit bir liberal muhafazakarlık örneği). Ancak genel bir kanaate varmak için gereken mesafeden mahrumuz.
Henüz liberal ve “Batıcı” hegemonyanın sonunda değiliz ama büyük adımlarla oraya doğru yaklaşıyoruz. Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya’da önümüzdeki on ya da on beş yıl içinde yaşanacaklar kesinlikle belirleyici olacaktır. Şimdiden bir fetret devrine, bir geçiş dönemine girdiğimizi görebiliyoruz. Geçiş dönemlerinin ayırt edici özelliği, tüm kurumların yaygın bir kriz içinde olmasıdır. “Üst” sınıf ile gerileyen orta sınıflarla ilişkili çalışan sınıflar arasında açılan uçurum, insanların çoğunluğunun siyasi, ekonomik ve kültürel güvensizliğinin yol açtığı sosyal sefalet, yaygın iş güvencesizliği ve kötüleşen güvensizliğin yarattığı tehditler – tüm bunlar elbette sadece krizi şiddetlendirmekten başka bir şeye yaramaz.
Avrupa Parlamentosu seçimleri yapıldı. Tüm anketler, Fransa da dahil olmak üzere pek çok ülkede seçimlerin, hakim siyasi aktörler tarafından uzun süredir ‘aşırı sağ’ olarak etiketlenen ve şeytanlaştırılan hareketlerin zaferiyle sonuçlanacağını öngörüyor. Popülizmin siyasi arenadaki kaderi hakkında ne söyleyebilirsiniz? Bu hareketler İtalya örneğinde olduğu gibi uzlaşmacı bir çizgi izleyip sisteme entegre mi olacaklar yoksa Maastricht düzeninin ve liberal hegemonyanın sonunun başlangıcında mıyız?
(Oyların %30’undan fazlasını alan) Milli Birlik Partisi’nin (Rassemblement National) görkemli yükselişi ve eski “cumhurbaşkanlığı çoğunluğunun” (oyların %15’i, bu dakayıtlı seçmenlerin %8’i eder) çöküşüne sahne olan Avrupa seçimlerinin ardından Emmanuel Macron’un alduğı Millet Meclisi’ni feshetme kararı, muhtemelen siyasi yeniden yapılanmayı daha da hızlandıracaktır. Ben bunları yazarken, bu feshin icbar ettiği parlamento seçimlerine yaklaşıyoruz. İki seçim sistemi arasındaki farklılıklara rağmen, Avrupa seçimlerinin ortaya koyduğu eğilimleri teyit edeceklerini düşünüyorum, ancak bunun ne ölçüde olacağını şimdiden bilemeyiz. Kesin olan şu ki büyük bir istikrarsızlık dönemine giriyoruz. Çok farklı senaryolar mümkün. Oswald Spengler “belirleyici yıllar “dan söz etmişti. İşte tam oradayız.