Julius Evola, düşünceleriyle dünya çapındaki sağ hareketlere yön vermiş önemli bir isim. Evola’nın eserlerini İngilizce okurlarla buluşturma konusunda etkili bir yayıncılık faaliyeti yürüten Amerikalı editör John Morgan ile, Evola’nın faşizm eleştirisini, Gelenek anlayışını ve fikirlerinin sağ siyasetteki yansımalarını ayrıntılı biçimde ele aldık.
Evola’yı “gelenekçi okul” içindeki diğer düşünürlerden ayıran temel özellikler nelerdir?
Öncelikle, “Gelenekçi okul” diye bir şeyin varlığı fikri oldukça sorunludur. Gelenek üzerine yazmış olan büyük düşünürlerin hiçbiri—René Guénon da dâhil—kendilerini veya çalışmalarını tanımlamak için “Gelenekçi” (Traditionalist) ya da “Gelenekçilik” (Traditionalism) terimlerini kullanmadıkları gibi, “Gelenekçi okul” kavramına da asla değinmemişlerdir. Hatta René Guénon, Niceliğin Egemenliği ve Ahir Zaman Alametleri (The Reign of Quantity and the Signs of the Times) adlı eserinde “Gelenekçilik” kavramını eleştirmek için özel bir bölüm ayırmıştır. Guénon, Geleneği bu tarz bir kategorilendirme eğilimini şöyle tanımlar:
Günümüz dünyasında her yerde hüküm süren zihinsel karmaşanın en açık belirtilerinden biridir; ancak unutulmamalıdır ki bu karmaşa, modern sapmanın ardında gizli olan güç tarafından bizzat istenmiştir. Bu düşünce, ‘gelenek’ kavramını yasadışı şekilde kendi fikirlerine asimile etmek isteyen çeşitli çevrelerin aynı anda ortaya çıkmasıyla daha da belirgin hâle gelmektedir.
Guénon, “Gelenekçiler” olarak isimlendirdiği kimseleri şöyle tanımlar:
Geleneğe karşı yalnızca bir tür eğilim veya arzu besleyen, fakat gerçekte onun hakkında hiçbir şey bilmeyen kişilerdir. Bu da ‘gelenekçi ruh’ ile hakiki ‘geleneksel ruh’ arasındaki mesafenin ne kadar büyük olduğunu gösterir; çünkü geleneksel ruh gerçek bir bilgi gerektirir, hatta bir anlamda bu bilgiyle özdeştir. Kısacası, ‘gelenekçi’ en fazla bir ‘arayış içinde olan kişi’ olabilir ve yanılmaz rehber ilkelere sahip olmadığı için her an yoldan sapma tehlikesi içindedir. Üstelik yolu üzerinde, illüzyon gücü tarafından yaratılan ve onu hakiki hedefine ulaşmaktan alıkoymak isteyen birçok tuzak bulacaktır.
Guénon’un bu konudaki metinlerini bütünüyle okumakta fayda vardır. Ancak özetle, Guénon’un bu kavramı kınamasının nedeni, “Gelenekçilik” kavramını kabul etmenin, Geleneği liberalizm ya da komünizm gibi diğer “-izm”lerle eş düzeyde bir ideoloji olarak algılanmasına yol açmasıdır. Aynı zamanda bu durum, Geleneğin yenilikçi bir şey olduğu yanılgısına da neden olur. Oysa Gelenek kesinlikle bir ideoloji değildir; zira ideoloji, insanlar tarafından icat edilmiş bir şeydir. Gelenek ise insanlıktan bağımsız olarak var olan, ezelî bir metafizik hakikattir. “Gelenekçilik” teriminin kullanılmasının, çoğu kez onun siyasi bir ideoloji ile karıştırılmasına yol açmasının nedeni de budur. Her ne kadar Gelenek içinde siyasete dair dolaylı bir yaklaşım olsa da (parti siyaseti ile alakasız bir biçimde), bu siyaset boyutu onun en dünyevî yönüdür ve postmodern dünyada Gelenek’i benimsemeye çalışan biri için aslında pek faydalı değildir.
Ayrıca, Geleneği “Gelenekçilik” şeklinde ifade etmek, onun başlı başına bağımsız bir dinmiş gibi anlaşılmasına yol açabilir. Oysa Gelenek, gerçekte bütün sahih dinlerin özüdür; fakat insanlar bu özü ancak bir dinin pratiği aracılığıyla bilebilirler. Guénon ve ardılları, dünyaya yeni bir din sunmak niyetinde asla olmamışlardır; aksine, Geleneğin özünü modern zihniyete anlaşılır hâle getirecek şekilde ifade ederek, okurlarını var olan kadim dinlere geri yönlendirmeyi amaçlamışlardır.
Macar düşünür Róbert Horváth, seküler akademisyen Mark Sedgwick’in Against the Modern World adlı kitabına dair yazdığı incelemesinde, Guénon’un bu eleştirilerini şöyle tamamlar: “Geleneksel yönelim, Evola, Guénon veya Ziegler’in ‘takipçisi olmak’ değildir. Bu yazarlar restorasyon yolunda ilk adımları atmışlardır; yorumları değerlidir, ömürlük emekleri bize yol gösterir; fakat mesele onları izlemek değil, onların mirası üzerinden daha ileri gitmektir.”
Bunları söyledikten sonra, bazen pratik gerekçelerle “gelenekçilik” veya “gelenekçi okul” tabirlerini, Guénon’dan ilham alan—farklı şekillerde tezahür eden—her türlü düşünce akımı için kullanmak zorunda kalıyoruz. Ancak her zaman Guénon’un bu eleştirisini akılda tutmak gerekir.
Bu açıklamaların ışığında sorunuza geçersek, Julius Evola, Guénon’un izinden gitmeye çalışmış diğer düşünürlerin (Frithjof Schuon gibi, Guénon’un temel öğretilerinden şu veya bu ölçüde sapmış birçok isim dâhil) içinde gerçekten farklı bir noktada durur. Bu fark, onu “gelenekçi okul” çevresinde “heretik” (sapkın) sayılacak kadar belirgindir; bugün bile Guénoncu veya Schuoncı yorumlarda Evola’nın adına rastlarsanız, çoğunlukla onu kınamak maksadıyladır.
Evola’nın Gelenek anlayışıyla Guénon ve ötekilerin yaklaşımı arasındaki farkların tümü, bir söyleşi kapsamında bütünüyle ele alınamayacak kadar geniştir. Yine de en önemlilerinden biri, Evola’nın günümüze dek ulaşan geleneksel dinlerin (İslam, Katoliklik veya diğer kadim dinler) hâlâ geçerli bir inisiyasyon yolu sağlayabileceğine inanmamasıdır. Hatta gerçek inisiyasyon merkezleri var olsa bile, çağımızda kendilerini bütünüyle kapatacaklarını ileri sürer. Bu, tipik olarak İslam’ı, Katolikliği ya da başka geleneksel dinleri bizzat uygulayan çoğu Gelenek izdeşinin fikriyle uyuşmaz. Evola buna karşılık, “kendi kendini inisiye etme” (self-initiation) kavramını öne sürmüştür; ancak bunun ancak belli yüksek nitelikli bireyler için söz konusu olabileceğini de kabul eder.
Bir diğer büyük fark, Evola’nın Hıristiyanlığa yönelik sert mesafesidir. Guénon, Katolikliğin modernite yüzünden hayli yozlaştığını düşünse de, onun Avrupa halklarına Geleneğin iletilmesinde rol oynadığını ve başlı başına bir Geleneksel din olduğunu inkâr etmez. Buna karşılık Evola, Hıristiyanlığı “Ari-olmayan, Semitik” bir din olarak görür; Hıristiyanlık öncesi Avrupa’daki güneş merkezli ve kahramanlık temelli inançları yerinden ettiğini, Avrupa’nın bu dine geçişiyle kıtanın zamanla çöküşe sürüklenecek tohumlarının ekildiğini söyler. Bu yaklaşım sadece Evola’ya özgü olmayıp, Friedrich Nietzsche ve Evola’nın hocası Arturo Reghini gibi başka isimlerde de vardır. Evola’nın Hıristiyanlık eleştirisi ilk döneminde (Vatikan tarafından kınanan Pagan Imperialism eserindeki hâliyle) daha katı olsa da, sonradan kısmen yumuşamış; ama özü değişmemiştir. Daha ileri dönemde, Katolikliğin Avrupa’daki pek çok Ari unsuru özümsemesi neticesinde “ilkel Hıristiyanlığa” bir nevi çeki düzen verdiğini kabul etmiş, böylece Katolikliği tamamen Ari-dışı saymamakla birlikte eleştirilerinin özünde ısrar etmiştir.
Son olarak, Gelenek üzerine yazanlar arasında siyasete ciddi düzeyde yer veren tek isim de Evola’dır. Diğer Gelenek yazarları da yer yer siyasetle ilgili bir şeyler söylemiş olabilir, ancak Geleneksel dünya görüşünün liberalizme karşıt olma zorunluluğunu (liberalizm son çağın düzleyici etkisinin tezahürü sayıldığından) belirtmek haricinde, genelde siyasî analize derinlemesine girmezler. Evola ise modern siyasete Geleneksel perspektiften kapsamlı eleştiri getirmekle kalmamış, siyasetin Geleneksel bir restorasyon için nasıl kullanılabileceğine dair yol gösterici fikirler öne sürmüştür. Bu, eserlerinin en tartışmalı yönüdür ve “toksik” olarak görülmesine de yol açar; hatta onun dünya görüşünün diğer veçhelerine sempatik bakanların bir kısmı bile bu siyasi boyut yüzünden ondan uzaklaşabilir. Guénon ve Schuon ekolünden gelen çevrelerde siyaset, çoğunlukla “fazla dünyevî” ve “sorunlu” addedilip pek üzerinde durulmamıştır.
Geleneksel toplumların kutsal otoritesi ile modern seküler devletlerin siyasi meşruiyeti arasındaki kopuş, Evola’nın düşüncesini nasıl şekillendirdi?
Bu kopuş, Evola’nın siyaset alanındaki çalışmalarının odağını oluşturur; onun amacı, söz konusu kopuşu tersine çevirmektir. Evola’nın sık sık göndermede bulunduğu tarihî olay, 12. ve 13. yüzyıllarda İtalya’nın kuzeyinde, “Atama Yetkisi Tartışması” (Investiture Controversy) sonucu patlayan Guelph-Ghibelline çekişmesidir. Guelphler (çoğunlukla yükselen tüccar sınıfı temsil eder) Papa’yı en yüksek merci sayarken, aristokrat Ghibellineler Kutsal Roma İmparatoru’nun otoritesini savunmuştur. Evola’ya göre Ghibellineler, “özgün Ari toplumsal düzeni” yeniden hayata döndürme niyetindedir.
Bu fikirleri, Evola’nın Revolt Against the Modern World (Modern Dünyaya Karşı İsyan) kitabında ortaya attığı, “ilksel çağlarda savaşçı kastın, rahipler kastının üstünde yer aldığı” iddiasıyla da bağlantılıdır. Gelenek yazarı Ananda Coomaraswamy, Evola’nın bu görüşünü desteklemek üzere gösterdiği Hindu ritüel metninin yanlış çevrildiğini ileri sürmüş; Evola yine de tezini geri çekmemiştir.
Evola’ya göre rahiplerin savaşçıların üzerinde konumlanmaya başlaması, Batı’daki Geleneksel siyasî düzenin bitişinin başlangıcıydı. Bu süreç, Fransız Devrimi ile doruk noktasına ulaşmıştır: monarşi yıkılmış, halk iradesi ve ticari çıkarlar (yani hiyerarşik piramidin alt kastları) tarafından öne çıkarılan seküler liderler iktidara gelmiş; bu eğilim hızla dünyaya yayılmıştır. Eskiden her yerde hüküm süren, rahiplerce kutsanan kralların düzeni tarih sahnesinden çekilmiştir. Evola, Faşizmi yeniden diriltmeye çalışmakla suçlandığı davada, “Benim ilkelerim, Fransız Devrimi’nden önceki her soylu insanın sağlıklı ve normal bulduğu şeylerden ibarettir,” diye kendini savunur.
Men Among the Ruins (Enkazlar Arasında İnsanlar), Evola’nın siyasi görüşlerinin en ayrıntılı ifadesidir ve modern liberal-demokratik düzenin ortaya çıkmasından önceki “Gerçek Sağ”ın en net anlatımlarından biri olmayı sürdürür.
Evola’nın düşüncelerini İtalyan sağı nasıl etkiledi? Evola faşizme nasıl eleştirdi?
Julius Evola’nın 1945 öncesi İtalyan sağı üzerinde etkisi oldukça sınırlıydı. Unutmamak gerekir ki Evola, hiçbir zaman Faşist Parti üyesi olmadı ve rejim döneminde de sonrasında da faşizmi sık sık eleştirdi—her ne kadar liberalizm ve komünizme nispetle faşizmin geleneksel doğrultuda gelişmeye biraz daha müsait olduğunu düşünse de. Yazılarını faşizmle bağlantılı bazı dergilerde yayımlamış, Mussolini başta olmak üzere rejimin önde gelen bazı isimleriyle tanışıklığı olmuş olsa da parti veya politikalar üzerinde belirgin bir etkisi olduğunu gösterir sağlam bir kanıt yoktur. Sadece, ırk konusundaki yazıları bir istisna sayılabilir. Mussolini, Alman Nasyonal Sosyalistlerin katı biyolojik ırk anlayışına karşı, Evola’nın “daha ruhsal” bir ırk kavramsallaştırmasını olumlu bulmuş gibi görünür. Bunun siyasi yansımaları üzerine farklı kaynaklarda farklı görüşler olsa da, Evola’nın 1930’ların sonlarında ve 1940’ların başlarında faşizmin resmî ırk anlayışı üzerinde tesirli olduğu öne sürülür.
Evola, 1945 sonrası İtalyan sağında çok daha derin bir etki yapmıştır. Bunu en iyi kanıtlayan şeylerden biri, savaş sonrası dönemde İtalyan sağının önemli partilerinden İtalyan Sosyal Hareketi’nin ilk lideri Giorgio Almirante’nin, Evola’dan “Bizim Marcuse’ümüz, hem de daha iyisi” diye söz etmesidir. Bununla beraber, Evola’nın esas etkisinin parti siyasetinden ziyade 1960’lar sonu ile 1980’ler arasında süren “kurşun yılları” dönemindeki radikal sağ kesim üzerinde olduğu aşikârdır. Savaş sonrası İtalya’da pek çok genç sağcı Evola’yı okumuş; ancak bu fikirlerin ne kadar özümsetildiği belirsiz kalmıştır. 1960’larda Evola, apoliteia (siyasetten içsel kopuş) fikrini savunmaktaydı. Buna karşın bazı okuyucuları sol gruplara karşı şiddet eylemlerine yönelmiş; Franco Freda’nın ileri sürdüğü ve Claudio Mutti gibi başka radikallerin de benimsediği “Nazi-Maoizm” gibi ilginç sentezler geliştirmiştir. Evola, Nasyonal Sosyalizme getirdiği eleştiriler ve her tür sosyalizmi reddedişi göz önüne alındığında, böyle bir “aşırı sağ-aşırı sol” sentezine olumlu bakmazdı. Dolayısıyla bu tür hareketlerin ne ölçüde “Evolacı” sayılabileceği şüphelidir.
İtalyan olmadığım için bugün Evola’nın İtalyan sağı üzerindeki tesirini tam olarak kestiremem; ancak hâlâ genç sağcılarca önemli bir okuma olarak görüldüğünü duyarım. CasaPound gibi gruplar Evola’ya atıfta bulunur. İtalya’da yayınevleri ve konferanslar aracılığıyla Evola etrafında canlı bir etkinlik sürmektedir; bu da ona ilginin hâlâ güçlü olduğunu gösterir.
Faşizme dair Evola’nın eleştirileri söz konusu olduğunda, Fascism Viewed from the Right (Faşizm Sağdan Görüldü) adlı kitabıyla birlikte pek çok makalesi vardır. Monarşinin (kısmen de olsa) korunması gibi faşizmin bazı olumlu yanlarını teslim etse de sonuçta faşizmin devirdiği liberal düzenin bir ürünü olduğunu düşünür; maddeci, sosyalist, kitlelere boyun eğen, totaliter yönelimler taşıyan, gerçek hiyerarşiyi reddeden ve “ilerlemecilik” saplantısı olan yanların faşizmde de mevcut olduğunu söyler. Bu yüzden, faşist hareketleri liberalizm veya komünizmden daha “iyi” görse de onları tam manasıyla Geleneksel bulmaz.
Evola modern dünyayı Gelenek’in çöküşü çerçevesinde ele alırken, Jünger daha fenomenolojik bir yaklaşım sergileyip tekniği, savaşı ve bireyin dönüşümünü inceler. Bu iki düşünür arasındaki kesişim noktaları nelerdir?
Evola, 1930’larda Almanya’daki “Muhafazakâr Devrim” çevresinden pek çok isimle temas halindeydi; ancak bu dönemde Jünger’le kişisel bir bağ kurduğuna dair kanıt yoktur. İkisi de o dönemde “sağ” kanatta yer alsa da, yöntemleri farklıydı. Evola, Muhafazakâr Devrim içindeki siyasal fikirleri Geleneğe dönüşün bir yolu olarak görürken, Jünger, bir milliyetçi olarak her zaman daha ileriye dönük düşünür; eskinin yıkılmasıyla ortaya çıkacak bambaşka ve korkutucu derecede insanlık dışı bir dünya düzeni ile yeni bir insan tipini hedeflerdi. (Evola, sonraki yıllarda böyle bir şeyin mümkün olduğunu kabul etmiş ama bunun komünizmin önerdiği “yeni insan” anlayışından özünde pek farklı olmadığını savunmuştur.) Böylece her iki isim de burjuva liberalizmi karşıtı olsa da amaçları farklıdır.
Evola, savaş sonrası dönemde “ulus ötesi” (post-nationalist) diyebileceğimiz bir tavra kaydığı söylenen Jünger’den hoşnutsuzluğunu saklamamıştır; çünkü — bana göre haksız biçimde — Jünger’in 1944 Temmuzunda Hitler’e suikast girişiminde bulunanlarla ilişki kurduğunu ve savaş sonrasında da önceki konumunu terk edip Federal Almanya Cumhuriyeti’nin liberal değerlerini benimsediğini düşünmüştür. Yine de Evola, 1933 öncesi Jünger eserlerine her daim saygı duymuştur. Evola’nın Ernst Jünger eleştirisini derinlemesine incelemek, bu sohbetin kapsamını aşıyor.
Bildiğimiz kadarıyla, Jünger kendi yapıtlarında Evola’ya doğrudan atıfta bulunmaz. Bu çok da şaşırtıcı değildir; çünkü Jünger, modernite eleştirisinde bazı açılardan Geleneksel bakışla örtüşse de, asla aşkın bir metafizik düzene inisiye olmanın modern dünyanın dertlerine çare olabileceğini savunmamıştır; daha ziyade Nietzscheci tonda kalmıştır. Dinle ilgili zaman zaman yazsa da (The Gordian Knot kitabı), bu yaklaşım Gelenek’in bakış açısından hayli uzaktır; nitekim Evola, bu kitabı sertçe eleştirmiştir.
Yine de Jünger’in Evola’nın farkında olduğunu biliyoruz; zira Evola, 1953’te ona bir mektup yazarak 1932’de basılan Der Arbeiter (İşçi) adlı kitabını İtalyancaya çevirmek için izin istemiştir. Bu, bildiğimiz kadarıyla aralarındaki tek doğrudan temastır. Sonuçta Evola çeviriyi yapmamış, onun yerine kitap hakkında uzun bir özet ve eleştiri kaleme almıştır.
Evola, geç dönemdeki Jünger’den hoşlanmasa da, ikisinin savaş sonrası düşüncelerinde bazı paralellikler görmek mümkündür. Evola, Ride the Tiger (Kaplanı Sürmek) eserinde, çağımızda bir Gelenek insanının siyaset karşısında benimseyebileceği tek doğru tutumun apoliteia (siyasete karşı içsel kopuş) olduğunu söyler. (Bu, siyasete hiç karışmamakla aynı şey değildir; kişi, ruhen mesafeli kaldığı sürece bir ölçüde siyasetle ilgilenebilir.) Bu, Jünger’in The Forest Passage (Orman Yolundan Geçiş) metnindeki “Orman Kaçağı” ve Eumeswil romanındaki “Anark” figürleriyle benzeşir. Eumeswil’de Jünger, teknolojinin giderek hayatın her alanına nüfuz etmesiyle, insanın elinde kalan yegâne özgürlüğün çevreye mesafe koyarak içsel özgürlüğe sarılmak olduğunu ileri sürer; dışarıdan bakıldığında topluma tamamen uyumlu görünse de gerçek özgürlük içtedir. Jünger’e göre toplumla çatışmaya girmek, kendini yok etmeye yol açar ki bu da Geleneksel doktrinlerle tutarlıdır.
Dolayısıyla iki düşünür, postmodern krize dair benzer çözümler sunuyor gibi görünür; ancak esas fark, Evola’nın hakiki özgürlüğün ancak üstün bir Gelenek âlemiyle (aşkın âlemle) temas kurmakla sağlanabileceğini söylemesine karşılık, Jünger’in özgürlüğün kaynağını bireyin kendisinde bulmasıdır. (Evola, Jünger’in “Anark” fikrini eleştirme fırsatı bulamamıştır; çünkü Eumeswil, onun ölümünden üç yıl sonra, 1977’de yayınlanmıştır.) Bu, temel bir ayrımdır; yine de iki yaklaşımın karşılıklı etkileşim açısından incelenebilecek pek çok yönü vardır. İmkân buldukça yazılarımda bu konuya eğilmeyi umut ediyorum.
Günümüzde yükselişte olduğu söylenen popülist sağ, “alt-right” ve neo-faşist hareketler, Evola’nın kavramsal çerçevesiyle nasıl değerlendirilebilir?
Aslında “alt-right” diye anılan şeyin ne olduğu zaten en başta tartışmalıdır; zira bu isimle anılan bir siyasi parti veya bütünleşik bir oluşum hiçbir zaman var olmamıştır. 2016’da ana akım medya bu ifadeyi, Amerika Birleşik Devletleri’nde ana akım muhafazakârlığın dışında kalan (bireyler, medya organları ve kuruluşlar) herkesi kapsayacak şekilde kullanmaya başladı—oysa bu çevrelerde büyük fikir ayrılıkları vardı. “Yükselişte” olarak görülmesi de doğru sayılmaz; çünkü bu unvanı benimsemiş—en çok da Richard Spencer ve etrafı—kimselerin çabaları, 2018’de Charlottesville fiyaskosu sonrasında tamamen dağıldı. Spencer bile uzun süredir bu terimi kullanmıyor. Amerikan siyasi sahnesinin kenarında benzer görüşleri savunan bazı kişi ve gruplar var, fakat pek azı hâlâ “alt-right” adını kullanıyor; hepsi, alt-right’ın bir çıkmaz olduğunda hemfikir. “Dissident Right” (muhalif sağ) gibi tabirlerin daha çok kullanıldığı görülüyor.
Bununla birlikte, saydığınız üç akımın (popülist sağ, alt-right ve neo-faşizm) tümünü, gerçekten Evolacı veya Geleneksel bir bakışla incelersek, sert bir eleştiriden geçirmemiz gerekir. Bu akımlar, modern paradigmanın içine iyice gömülüdür ve liberalizmin önkabullerini kabul ederler. Şimdi daha ayrıntılı açıklayayım:
Popülist sağ, Geleneğe karşı bir tür başkaldırıdır; çünkü siyasi meşruiyeti “halk”a dayandırır, kutsal veya kraliyet/tabii otoriteye değil. Evola, İtalyan faşizminin popülist öğelerini dahi eleştirmiştir; günümüz popülizmine ise muhtemelen daha da sert yaklaşırdı. İtalyan faşizmi, en azından monarşiyi ve devlet-kilise bağını (kâğıt üstünde de olsa) korumuştu; bugünün Batı popülizmi onu bile yapmıyor. Avrupa ve ABD’de “geleneksel değerler” söylemi kullanan popülist siyasiler, genelde bu değerleri muğlak şekilde geçiştirmektedir ve çoğu zaman pragmatik bir slogandan öteye gitmez. Eğer popülizmde liberalizme uymayan bir yan varsa, bu ancak oligarşik karakterdedir; ne monarşik ne de kutsal odaklıdır. Bazı ülkelerde popülistleri taktiksel olarak desteklemek isteyenler olabilir ama bu, Gelenek ile ilgili değildir.
Alt-right hakkında, kısa süre var olduğu dönemde yakından tanıklık ettiğim için net konuşabilirim: Orada Evola’ya ve Geleneğe—daha düşük ölçüde olsa bile—ara sıra atıfta bulunulduğu olduysa da, bu atıflar çoğunlukla “Surf the Kali Yuga” gibi mizahî paylaşımların ötesine gitmedi. Bu “hareketin” önde gelenleri (ona böyle demek bile abartı olabilir), söylemlerinde veya eylemlerinde Geleneğin ciddi bir etkisini yansıtmamıştır; kendilerini “Gelenekselci” ilan edenler dahi (örneğin Traditionalist Worker Party) pratikte bunu gösterememiştir. Evet, o camiada geleneği daha derinlemesine inceleyen ve bazen benimseyen az sayıda kişi çıktı ama bunlar da eninde sonunda doğrudan siyasetten uzaklaştı—Geleneksel dünya görüşünü benimseyen birinin alacağı mantıklı bir tutum bu olur. Birçoğu, Evola’yı ve Geleneği, kendi politik ajandalarına malzeme kılacak bir “araç” olarak gördü ki Guénon, tam da bundan sakındırmıştır. Bu üzücü, çünkü Evola ve diğer Gelenek yazarlarını daha derin okumak, sağın son yüzyılda tekrar tekrar tökezlemesine yol açan kısıtları (kitle “sağduyusuna” abartılı güven, ırkı yalnızca biyolojik düzeye indirgeme, hiyerarşi kavramını özünden anlamama, dine kayıtsızlık veya “Avrupa paganizmini yeniden canlandırma” türü gerçekçi olmayan girişimler, ulus-devletin ötesini kavrayamama, aradaki dönemin faşist hareketlerine aşırı hayranlık, otoriteye duyulan tepki, ciddiyet eksikliği, aşırı ironi vb.) aşmalarını sağlayabilirdi.
Bugün Anglosfer’deki “radikal sağ” veya “dissident Right” cephesinde de durum büyük ölçüde aynı; belki şu an Evola’ya çok daha uzaklar. Yine de arada sırada Evola veya Gelenekten söz edilince, genelde onu yermek amacıyla yapılıyor—ki bu da şaşırtıcı değil; çünkü Evola’yı gerçekten okuyan biri, onun bu grupların benimsediği birçok varsayıma karşı çıktığını görecektir. Tek istisna, “Academic Agent” (asıl adı Neema Parvini) adlı araştırmacı olabilir, fakat başka kimse gelmiyor aklıma.
Neo-faşizm konusuna gelince, Evola’nın Fascism Viewed from the Right (Faşizm Sağdan Görüldü) ve faşizmle ilgili diğer yazılarına bakmak bile, onun faşizme ne kadar eleştirel baktığını göstermeye yeter. Günümüzde kendini “neo-faşist” diye tanımlayan ve Evola’dan etkilendiğini söyleyenler olduğunu biliyorum; ama bunu nasıl bağdaştırdıkları meçhul. Zira Evola, kendi döneminde bile savaş sonrası İtalyan genç sağcılarının faşizme ve nasyonal sosyalizme aşırı takıntılı olduklarından yakınmış, bunun tarihsel bağlamda gerçek Geleneği temsil eden isimleri (mesela Metternich) bilmemelerinden kaynaklandığını söylemişti—ona göre bu “doğru referansların eksikliği” idi. Bugün Anglosfer’de kendini neo-faşist olarak niteleyen çevrelerde ben, Evola’dan ziyade onu reddetme eğilimi görüyorum.
Evola, Gelenekle ilgilenen ve buna rağmen siyasette aktif kalmak isteyenlere toptan karşı çıkmazdı; ancak onlardan parti siyasetinin bayağı dünyasıyla içsel bağlar kurmadan hareket etmelerini, Gelenek’i merkezde tutmalarını isterdi. Bu siyasetin, bir siyasi partiden ziyade kutsal bir “Tarikat” (Order) biçiminde vücut bulmasının daha uygun olduğunu düşünürdü (bu fikrini, son döneminde yazdığı “The Order of the Iron Wreath” adlı makalede açıklar). Ayrıca son kitaplarından Ride the Tiger (Kaplanı Sürmek) içinde, Gelenekçi bir siyasi restorasyonun imkânsız göründüğü bir dünyada, Gelenek insanının nasıl yaşayabileceğine dair kapsamlı düşünceler sunar.